ZEYTİN ZAMANI – ZEYTİN SIKIMI GÖKHAN KORKMAZGİL
Kapak fotoğrafı: © Fatih Oktay
Bahçemde iki zeytin ağacım var, boyları altı metre kadar, biri öne, sokağa, öteki arkadaki komşuya bakar. Limonu – portakalı, inciri – narı gönlümden uzak tutmam, zeytin kadar Akdenizli olan başka ağaç var mıdır, hiç sanmam.

Zeytin ağacı bir sene az, bir sene çok ürün verirmiş, birine “yok yılı”, öbürüne “var yılı” denirmiş. Geçen sene dallarda pek zeytin görmedik, bu sene “var yılı”na denk geldik. Öyle böyle değil, dallar zeytinlerin ağırlığıyla aşağılara sarkıyor, ağaç ayakta zor duruyor, resmen yıkılıyor. Ağaçta yapraktan çok zeytin var, bu zeytin yere nasıl inecek, toplayınca acaba kaç kilo gelecek? Karımla ikimiz, sanki doğuştan zeytinciyiz, ağacın dibine geniş bir yaygı seriyoruz, kolları sıvayıp işe girişiyoruz. Adam başı bir ağaç düşüyor, nedir ki, hele bir başlayalım, zeytinleri indiririz, birkaç saatte hepsini bitiririz. İşler öyle olmuyor, zeytinler toplamakla bitmiyor. Önce alçak dallardan başlıyoruz, boyumuzun yettiği, kolumuzun erdiği zeytinleri topluyoruz. Başlangıçta, zeytinleri parmaklarımızla tek tek koparıyoruz, yapraklara ilişmeden, avucumuzda toplayıp seleye atıyoruz, tek birini bile yere düşürmeden. Ne çok zeytin varmış, maşallah, bu hızla akşam olmadan bitiririz inşallah. Çok geçmeden, bu işin böyle ilerlemeyeceği belli oluyor, yavaştan ağaca taarruz başlıyor. İnce dalları dibinden kavrıyoruz, ucuna doğru sıyırıyoruz, yere serdiğimiz yaygıya düşürüyoruz. Yaygının üstünde dikkatle adım atmalı, zeytinlere basıp ezmemeli, akşama kadar bitmeyecek, bu işin bir kolayını bulmalı. Şerife Kadın’ı arıyoruz, yardıma çağırıyoruz, o zeytinden anlıyor, bir garip tırmıkla çıkageliyor. Ağaçlara bakıp “maşallah” diyor, ben ona bakıp “nasıl yaparız?” diyorum, o bana dönüp “sıyırırız evvelallah” diyor. Zeytin tırmığı diye bir şey varmış, bildiğin tırmığın yarısı kadarmış. Şerife Kadın bunu alıyor, upuzun bir sırığın ucuna takıyor, ağacın dallarına girişiyor. On dakikada zeytinin çevresinde bir tur atıp erişebildiği dalları bitiriyor, sonra ağacın yarı beline tırmanıp tepedeki dalları sıyırmaya başlıyor. Ben ağacın altında, yaygının üstünde dört ayak oluyorum, biriken zeytinleri topluyorum. Gökten patır patır, zeytini – yaprağı, kırılmış ince dalı, Allah ne verdiyse yağmur gibi yağıyor. Başımı ıskalayan kulağıma çarpıyor, düşen zeytin yaygının üstünde yuvarlanıyor. Başımı kaldırıp yukarı bakıyorum, güneşin ışıkları dalların arasından hüzmelenip aşağı akıyor. “Bereketin resmini yapabilir misin” deseler, “fotoğrafını çekebilir misin” diye sorsalar, “işte bu” derim, “bu görüntü!”, bundan daha güzel ne var? Yaygının üstüne düşüp hoplayan, kenardan toprağa kaçan zeytinleri tek tek elimle topluyorum, diğerlerinden ayrı kalmasın, biri bile ziyan olmasın.

Bence bu var yılı – yok yılı meselesi, zeytinin doğasından gelen bir şey değil, insanın halt etmesi. Zeytin yılları mı sayacak, “geçen sene verdim, bu sene vermem” mi diyecek? Zeytin hasat makinesi diye bir şey icat etmişler. Güçlü dizel makine ağacın yanına geliyor, gövdesinden sıkıca kavrıyor, say ki boğazından sıkıyor. Vibrasyon, sallamasyon, iliklerine kadar sarsıp silkeliyor. İş bittiğinde ağaç ayakta zor duruyor, seni mi düşünecek? Bir yılda kendini ancak topluyor, bir de zeytin mi verecek? Makinesiz tarım olmazmış, başka türlü verim alınmazmış, ağaç bir sene uğraşıp sana meyve vermiş, elleriyle çalışmayı kimse sevmezmiş. Makineyi bulamayan, ağacın yanına getiremeyen, eline uzun bir değnek alıp, başlıyor haydutluk etmeye: “Dallar yukarı, ver zeytinini!” Ağaca Allah ne verdiyse vura vura, dallarını kıra kıra, zeytinleri döke saça… Ben ağaç olsam, bana böyle yapsalar, meyve veren dalımı kırsalar, bir sene değil, on sene zeytin meytin vermem, insan denen varlığa da bir daha güvenmem.
Bizim dalından zeytin sıyırma, ağaçtan aşağı düşürme, yerdekileri tek tek elle toplama işimiz ikinci günün akşamına dek sürüyor. Yaygının üstünde biriken yığın bu yandan bakınca az, öte yandan bakınca çok görünüyor, hesaplamadan hiçbir şey belli olmuyor. Başlıyorum zeytinleri avuç avuç market torbalarına doldurmaya, bir yandan da torbaları saymaya. On sekiz torba tıka basa doluyor, bir torba yedi kilo alsa, demek ki yüz yirmi altı kilo zeytinim oluyor! Karım bir tanıdık buluyor, Zorlar’daki yağ fabrikasından ertesi güne randevu alıyor. Habersiz götürürsen almam demiyorlar, zeytininin durumuna göre sekize bir mi, beşe bir mi, hesap ediyorlar, kendi sıkma paylarını düşüyorlar, sana yeni sıkılmış zeytinyağı veriyorlar. Senin zeytinin fabrikaya giriyor, başkasının zeytininden sıkılmış yağ senin oluyor. Haberli gidersen sıraya giriyorsun, başında duruyorsun, “hak” dedikleri parayı verip kendi zeytininden sıkılmış yağı alıp dönüyorsun.

Kasımda, aralıkta yağ fabrikaları harıl harıl yağ sıkar, son oluklardan gürül gürül yağ akar, bütün Seydikemer ovası zeytinyağı kokar. Pirinanın tatlı – buruk kokusu havaya yayılır, her nefeste koklarsınız, taze zeytinyağının tadını sanki havadan alırsınız. Pirina zeytinin sıkıldıktan sonraki posasıdır, geriye kalan küspesidir, halâ biraz yağlı, halâ da değerlidir. Daha da sıkarsan pirina yağı, uğraşırsan pirina sabunu yaparsın, en sona kalanı pellet yapar, evde kuzinede yakarsın. Hayvanına yem olur, hiçbir şey olmazsa toprağına gübre olur.
Fabrikanın bahçesi steyşın Toros’larla dolu, zeytinini toplayan plastik sebze kasalarına doldurmuş, Toros’unun içine yerleştirmiş, arabayı sürüp buraya getirmiş, sabahtan sıraya girmiş. Toros olmasa dağ zeytinini kim düze indirecek, tozun – toprağın, çamurun içinden nasıl geçilecek? Toros köylü gibidir, giremeyeceği yol olmaz, hiç bir işi yapmam demez. Azıcık aşım, ağrısız başım, az tüketirim, çok çalışırım. Köylü akıllıdır, işine yaramayacak arabayı almaz, rengine, modeline hiç kafa yormaz. Zeytinini Toros’una sağdıramayan, arkasına römork takmış. Römorklara içi zeytin dolu elli kiloluk yem çuvallarını sıralamış. Herkes benim gibi yüz kiloyla gelecek değil ya, üç yüz, beş yüz, bin kilo zeytin getiren varmış. Benim araba çamurlu Toros’ların arasında süslü gelin arabası gibi duruyor, dışarıdan zeytin meytin de görünmüyor. Bagajı açıyorum, on sekiz torba zeytin meydana çıkıyor. Sanki buğday tarlasına yanlışlıkla girmiş ayakkabıları cilalı biriyim, manikürlü parmaklarını tokalaşmak için nasırlı ellere uzatmış gibiyim.

Fabrika har har, gür gür çalışıyor. Buna kontinü sistem demişler, beri uçtan zeytini veriyorsun, öte uçtan gidip yağını alıyorsun. İçeride neler olup bittiğini merak etmezsen bilmiyorsun. Ben meraklanırım, insanlar niye hiçbir şeyi merak etmez, onu da merak ederim. İki dakika rahat duramam, sanırım bu da benim kaderim. Zeytin, dalında güneşli, sessiz, uzun bir zaman geçiriyor, birbirine bağlı makinelerin içinde karanlık, gürültülü, kısa bir yolculuğa başlıyor. Yere büyükçe bir çukur kazmışlar, sac demirden bir piramidi, tepesi aşağı gelecek şekilde huni gibi içine koymuşlar. Arabayı yanaştırıyorum, torbaları birer birer dev huninin içine boşaltıyorum. Huni dolmasa da boş kalmıyor, amatör zeytincinin ürünü bu kadar oluyor. Köylüler yanaşıp bakıyor, “dayı senin zeytin iyiymiş maşallah” diyor. İyi olacak elbet, ellerimizle topladık, çerini çöpünü ayıkladık. Derken, bir zangırtı, bir gürültü, suskun makineler yeniden çalışmaya başlıyor. Senden önce gelenin son zeytini sıkılıp, öte uçtaki oluktan son zeytinyağı damlası düşünce makineler duruyor. Sonra seninkilerin işlemi başlıyor, kimsenin zeytini başkasının yağına karışmıyor. Zangırdayan huninin içinde benim zeytin kümesi gitgide azalıyor, zeytinler huninin dibindeki yarıktan yürüyen banta geçip gözden kayboluyor. Bant zeytinleri fabrikanın içine götürüyor. Geçerken koca bir fan üzerlerine üflüyor, yaprakları dalları, susuz kalıp kuruyanları uçurup uzaklaştırıyor. Zeytinleri bundan sonra makinenin biri alıp ötekine verecek, gidenin yerine yenisi gelecek, işlem böyle ilerleyecek. Yıkanacak, ezilip kırılacak, hamur edilip yoğurulacak, yağı – suyu çıkarılacak.

Huninin dibindeki son zeytinimle vedalaşınca fabrikanın içine geçiyorum. Kapıdan girince karşı duvarda kocaman harflerle “Bismillahirrahmanirrahim” yazıyor, altında daha küçük harflerle “Maşallah” diyor. Üsttekini okuduğunda kapıdan adımını besmeleyle atmış oluyorsun, alttakini okuduğunda zeytine ve yağına bereket diliyorsun. Sen de fazladan bir dua eklersin, iyi dileklerini belli edersin. İçerideki canhıraş gürültüde kimse duymaz, bir zeytinler, bir de sen bilirsin. Burada insanların dilinden inşallah, maşallah düşmez, besmeleyle başlanmayan hiçbir iş yolunda gitmez.
Öte uçta huninin dibinde başlayan işlem beride bir olukta sonlanıyor. Oluktan paslanmaz çelik kazana gürül gürül yağ akıyor. Kazanın dibinden bir hortum çıkıyor, hortumun ucunda bir pompa var. Benzin pompasının edeplisi, “eller havaya” demiyor, daha zarifi, ucu incesi, bidonlara bereket akıtıyor. Benden önceki zeytinci ellişer litrelik dört varil doldurdu, demek bir ton zeytin getirmiş. Bana yirmi litrelik bir bidonla, ikinci bidonun dörtte birini doldurup verdiler, yüz yirmi beş kilo zeytin, yirmi beş litre yağ etmiş. Ne kadar zeytin getirirsen o kadar yağ çıkarmış, kendi başına zeytincinin kısmeti bu kadarmış.

Fabrikanın parasını verip bidonları alıyorum, arka koltuğun önüne, yere sıkıştırıp koyuyorum. Bagajda sallanıp yuvarlanmasın, ortalık zeytinyağına bulanmasın. Zorlar ile Fethiye arası yirmi beş kilometre, her kilometreyi bir litre yağa sayıyorum. Zeytinle yağ arasındaki emeğe, zahmete değermiş diye düşünüyorum.
Bidondaki zeytinyağı ilk başta bulanık olacak, hiç telaş etmemek gerek. Havalanıp gazını salacak, tortusu dibe çökecek, altın gibi olup berraklaşacak, tadından yenmez olacak. Yaşam da böyle bir şey zaten, günler geçecek, zaman yavaşlayacak. Harala gürele koşuşturmaca bitecek, gereksiz şeyler hayatından çıkacak. Artık buruk – tatlı öz sana kalacak. Yaşın kadar yaşamadığını anlarsan, işte o çok acı gelecek.