SU HAKKI PANELİ – NACİ DİNÇER
Yakın zamanda Fethiye’nin Söğütlü mahallesinde yaşanan su krizi ve bölgemizdeki kuraklık nedeni ile bir gerçekle yüzleşmek zorunda kaldık. Yaşamın temel kaynaklarından olan su, insanoğlunun hoyratça tüketimi ve farklı amaçlarla plansız – programsız kullanımı yüzünden giderek erişilemez hale geliyor.
Bu somut gerçeğe dikkat çekmek için 9 Kasım 2024 tarihinde, Fethiye Ekolojik Yaşam Derneği (FetDer) tarafından planlanan ve Fethiye Kent Konseyi’nin paydaşlığında “Su Hakkı Paneli” düzenlendi. Panele Söğütlü Mahallesinin su mağduru sakinleri de katılarak katkı verdiler.
Konuşmacılar: “Fethiye’nin Su Kaynakları ve Özellikleri” konusunda doğa rehberi Ali İhsan EMRE, Fethiye’de “Suya Yapılan Müdahaleler” konusunda, Fethiye Kent Konseyi Yürütme Kurulu Üyesi, Ziraat Mühendisi Serdar ADAKALE, “Evrensel Bir İnsan Hakkı Olarak Su Hakkı” konusunda Avukat Bora SARICA, “Neden Suyun Ticarileştirilmesine Hayır” konusunda ise Prof. Dr. Beyza ÜSTÜN’dü.
40 yıldır Fethiyeliyim. Bunun 35 yılında Fethiye’nin turizmi ve tanıtımı için çeşitli projelerde ve programlarda görev aldım, profesyonel rehber olarak yaşadığımız bölgenin ve ülkemizin doğal, tarihsel ve kültürel varlıklarını tanıtmak için çabaladım. Fethiye ve çevresinde düzenlenen turizm amaçlı turlarda hep “Fethiye’nin bir su cenneti olduğundan” bahsettim. Bunun bölgemiz için ne kadar değerli olduğunu “su hayattır” özdeyişi ile vurgulamaya çalıştım. Bu bilgiyi aktarırken, “su kaynaklarımızın sonsuza kadar gürül gürül akmak zorunda olduklarını” düşünüyordum. Bir gün o zengin kaynakların tükenebileceği ve insanların, canlıların suya erişiminin giderek olanaksızlaşacağı aklıma bile gelmiyordu. Artık bu gerçekle yüz yüzeyim.
Doğa, kendisine yapılan olumsuz müdahaleleri ve hoyratça kullanımları cezasız bırakmıyor.
Dünya genelinde milyonlarca insanın temiz içme suyuna erişimi konusunda ciddi zorluklar yaşanıyor. Birleşmiş Milletler’e göre, Dünyada 2 milyar insan temiz içme suyuna sahip değil. Üstelik her yıl 3 milyon kişi su kaynaklı hastalıklardan hayatını kaybediyor. Birleşmiş Milletler 2010 yılında, “temiz içme suyuna ve sanitasyona erişim“i bir “insan hakkı” olarak kabul etmiş. Bu, suyun insanların yaşamını sürdürebilmeleri için temel bir gereksinim olduğunu ve herkesin buna erişim hakkı olduğunu ifade ediyor. Bu hak sadece içmek için değil, aynı zamanda temizlik, hijyen, tarım ve sanayi gibi alanlar için de suyun önemini vurguluyor.
Panelde Fethiye Ekolojik Yaşam Derneği Başkanı Biyolog Ulaş Kiper’in açılış konuşmasında aktardığı bilgiler çok düşündürücüydü:
“…
Yeryüzünün %97,5’ini okyanuslar oluşturuyor. Geriye kalan 2,5 kadarı tatlı su. Tatlı suyun ise %70 kadarı buz kütleleri olarak kutuplarda donmuş halde bulunuyor. Geriye kalan %29 ise yer altı suları. Kullanılabilir su miktarı ise %1’den az. Bu %1’lik su binlerce yıl insanlığa ve doğaya yeterli gelebilirdi. Peki, ne oldu da kirlendi ve yetmez oldu? Sanayileşmenin hız kazandığı 200 yıllık süreç bizi bu noktaya getirdi diyerek yanıtlayabiliriz. Su meselesi için en can alıcı kısım ise; 1990’lara kadar kamu malı sayılan suyun 2000’lerle birlikte artık alınır satılır bir meta haline getirilmesidir. Böylece bugünkü problemlerle karşılaşmaya başladık…
Sanayileşmenin insanlığa hediyesi olan küresel ısınma son yüzyılda artış gösteriyor. 1800’lü yıllardan beri tutulan kayıtlar sıcaklıkta düzenli artışlar olduğunu gösteriyor. Son bilimsel çalışmalar 1 ila 1.5 derece daha ısınacak olan dünyanın çok daha fazla su kıtlığı çekeceğini gösteriyor. Hatta bu hafta içinde Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün yayımladığı kuraklık haritası, felaketin artık geldiğini gösteriyor. Türkiye’nin 2024 yılı verileri, Muğla’yı olağanüstü kurak olarak sınıflandırıyor. Bu haritanın üzerine Türkiye yangın haritası ve Muğla’daki etkilenen alanları da üst üste koyunca manzara çok vahim gözüküyor.
Bölgemizde yağışlar gittikçe azalıyor. Tarım yapma olanakları azalırken bir yandan da kullanım suyuna erişim zor ve pahalı hale geliyor. Artık Fethiye ve bölgesi -suyumuz bol- diyebileceğimiz bir yer değil. Bunu gittikçe daha fazla duyacağız, hissedeceğiz. O yüzden bunları şimdiden konuşmamız, ilgili kurumların doğaya ve insana uygun kararlar almasını sağlamak için söz söylememiz lazım…”
Doğa rehberi Ali İhsan EMRE konuşmasındaAkdağlar çevresindeki iklim değişiklikleri, kışın yağan karın önemini ve bölgede yapılması planlanan 16 HES’in yaratacağı sorunları anlattı:
“…
Burası Akdeniz bölgesi; bize öğretilen: yazları sıcak ve kurak, kışları ılıman ve yağışlı bir iklim alanı. Ancak iklimin sürekliliğinin sağlanması gerekiyor. Bu bölgenin temel su kaynağı olan yer Akdağlar’dır. Akdeniz ülkelerinde Mayıs-Kasım ayları arası yağmur yağmaz. Bu nedenle diğer aylarda düşen yağış korunmalıdır.
Bölgemizde en önemli akarsu kaynağı Burdur ili sınırları içerisinde olan, Söğüt’ten doğup gelen, Karanlık İçi Kanyonu’ndan geçip Patara’dan denize ulaşan ve neredeyse Akdağlar’ın üç kısmını saran Eşen Çayı’dır. Bu su kaynağını Akdağ’ın üst kotlarındaki karlar besliyor, doğal olmayan yapısal barajlar değil! Bizim asıl barajımız bu dağların üzerindeki karlardır. Akdağlar üzerine yeteri kadar kar düşmezse ve düşen karı koruyamazsak su potansiyelimiz düşük olur.
Eşen Çayı üzerine yapılmak istenen 16 tane HES barajı var. Akdağlar’ı üç koldan saran Eşen Çayı’nı ve ona bağlı kollara baraj yapılırsa ve buharlaşma nedeniyle ılıman bir iklim oluşursa, Akdağlar’a nasıl kar yağacak ve üzerindeki karları nasıl tutacağız? Bunu Eren Dağındaki kayak merkezinde yaşıyoruz: İlk yıllar bu bölge kar tutuyordu ama ne zaman ki Seki bölgesine baraj yapıldı, Eren Dağı kar tutmamaya başladı. Sonuçta kayak pisti bozuldu, binalar zarar gördü şimdi kullanılmaz halde. Bizim dikkat etmemiz gereken en önemli konu; yağışın olmadığı Mayıs ve Kasım ayları arasındaki su ihtiyacımız için karın yavaş yavaş eriyerek yeraltı su kaynaklarımızı beslemesidir. Su kaynaklarından çıkan sular içme ve kullanma ihtiyacımızı, tarımsal sulama ihtiyacını, hayvanların, ağaç ve bitkilerin ihtiyacını karşılıyor. Akdağlardaki karlar bu tarafta Fethiye’yi diğer tarafta da Antalya’nın Elmalı bölgesini besliyor. İşte bu barajlar yapılırsa Akdağlar’da beklediğimiz ve ihtiyacımız olan kar olmaz. O zaman yaz aylarında ihtiyacımız olan su, bu barajlara da gelmeyecek. Yukarıda kar yoksa su yok olacak yaşam da yok olacak. İçme suyumuz, tarım ve hayvancılık olmayacak…”
Fethiye Kent Konseyi Yürütme Kurulu Üyesi, Ziraat Mühendisi Serdar ADAKALE, Söğütlü’de yaşanan olaylar ve kuraklık tehlikesi ekseninde su kaynaklarının kullanımına ilişkin görüşlerini şöyle açıkladı:
“…
“Bu yıl Fethiye Söğütlü Mahallesi’nde yaşanan su paylaşım sorunu, ülkemizde ve özellikle bölgemizde daha yoğun yaşanan kuraklığın etkisinin nasıl bir boyuta geldiğinin örneğidir. Kuraklık, yağışların kaydedilen normal seviyelerinin önemli ölçüde altına düşmesi sonucu, arazi ve su kaynaklarının olumsuz etkilenmesine ve hidrolojik dengenin bozulmasına sebep olan doğal olay olarak tanımlanabilir. Küresel iklim değişikliğinin sonucu olarak dünyanın birçok bölgesinde artan sıcaklıklar ve azalan yağışlar, kuraklık olaylarının sıklığını ve ciddiyetini artırsa da kuraklığın tek sebebi iklim değişikliği değildir.
Su kaynakları bir nehir ekosisteminin parçasıdır. Bu sistem üzerinde aşırı kullanım, kirlilik, doğru planlanmayan su altyapıları ve yanlış yönetime bağlı kırılmaların havzaları, ülkeleri ve hatta ekonomileri daha da kırılgan hale getiriyor. Kuraklığın kronik bir sorun haline gelmemesi için su kaynaklarını hem yağışlı hem de kurak dönemlerde iyi yönetmek gerekiyor. Su sorunu herkesin meselesi olduğu için, yönetimi de oldukça karmaşıktır. Suyun ikame edilemeyen kısıtlı sosyal ve ekonomik bir kaynak olduğunu herkesin dikkate alması gerekir.
Su kaynaklarının, nehir havzası ölçeğinde yönetilmesi, aslında suyun kaynağı olan nehir ekosistemlerinin bütüncül yapısının korunması için ilk adımdır. Türkiye’de Avrupa Birliği süreci ile başlayan “bütünleşmiş havza yönetimi” yaklaşımı, nehir havzası ölçeğinde sektörel su kullanımının akılcı hale getirilmesi ve verimliliğin artırılması, sulak alanların korunması, yeraltı suyu kullanımının kontrol altına alınması, su kalitesinin iyileştirilmesi, etkin ve düzenli denetleme mekanizmalarının kurulması gerektiğini ortaya koymuştur.
Bugün, su kaynaklarının %77’si tarım, %13’ü evsel ve %10’nu da sanayide kullanılıyor. Sürdürülebilir olmayan uygulamalar su kaynakları ve yaşam verdiği doğal hayatın yanı sıra bu sektörlerin de geleceği üzerinde büyük risk yaratmaktadır.
Meteoroloji Genel Müdürlüğünün son iki yılda gerçekleşen dönemsel kuraklık haritaları incelendiğinde, Türkiye geneline göre bölgemizin çok ciddi kuraklık etkisi altında olduğu anlaşılıyor. Ülkenin her yerinde olduğu gibi, bu bölgede de suyun doğal akış mecrasının değiştirilmesinin, su haklarının doğru kullanılmamasının, yaşam ve geçim hakkı olan suyun sermaye ve siyasi gücün kullanımına yönelik kullanımının kabul edilemez olduğu görülmektedir…”
Avukat Bora SARICA, Evrensel Bir İnsan Hakkı Olarak “Su Hakkı”na değindiği konuşmasına “örgütlenmeden hiçbir şey olmuyor” diyerek başladı.
“…
İnsan hakları evrensel beyannamesinde belirtildiği gibi herkes özgür onur ve eşit yaşam hakkına sahiptir. BM 2010 yılında su hakkını “evrensel bir hak” olarak tanımlıyor. Anayasamızın 6. maddesi ise “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşam hakkına sahiptir” der. Su; yönetimsel olarak devletindir. Bazı haklarımızı bizim adımıza kullanması için devlete devrediyoruz. Su hakkını ve yönetimini de kanunlarla devlete devrettik. Dolayısıyla su yönetimi bizim doğal hakkımızken devletin ise dolaylı hakkıdır. DSİ suyu kamu yararı çerçevesinde yönetir. İçme ve kullanma suyu birinci önceliklidir, sonrasında tarımsal sulama sonrasında sanayi kullanımı, enerji üretiminde kullanılan ve en sonda ise çevresel ve ekolojik gereksinimler için öncelik sırası yapılmış. Çevresel ve ekolojik gereksinimler kanunda öncelik olarak neden sona bırakılmış? Hâlbuki bu, bizim savunmamız gereken; doğa ve canlıların hakkıdır.
Su, yaşamın kaynağı ve insan onurunun ayrılmaz bir parçasıdır. Küresel iklim krizi, su kaynaklarının korunmasını daha da önemli hale getirmiştir. Söğütlü Köyü’nün su mücadelesi, yerel direnişin ve su hakkı savunusunun bir örneğidir. Köylüler su kaynaklarının ticarileştirilmesi ve kuraklık nedeniyle tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ve su hakkını savunmak için önemli bir mücadele başlatmıştır.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin birinci maddesinde, bütün insanların özgür doğduğu, her insanın onur ve haklar bakımından eşit olduğu belirtilmiştir. İnsanların akıl ve vicdan sahibi olduğu, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmaları gerektiği yazılmıştır. Bu maddeye göre; özgür, onurlu ve eşit yaşam hakkı insan haklarının özünü oluşturmaktadır
BM’nin su hakkını tanıması (2010) ve BM Genel Kurulu’nun suyun temel bir insan hakkı olduğuna dair kararı bulunmaktadır. Buna göre BM, temiz içme suyu ve sağlıklı kullanma suyuna adil erişimi bütün insan haklarının gerçekleştirilmesinin ayrılmaz bir bileşeni, diğer insan haklarının öncüsü ve yaşam hakkı için de zorunlu bir hak olarak kabul etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 56. maddesi, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını düzenler. Bu madde, devletin çevreyi koruma yükümlülüğünü vurgular. Dolayısıyla, suyun korunması ve halkın temiz suya erişimi de bu kapsamda dolaylı olarak güvence altına alınır…”
Prof. Dr. Beyza ÜSTÜN, suyun ticarileştirilmesine neden hayır denmesinin gerekliliğini şöyle açıkladı:
“…
Yaşam için mücadele eden tüm dostlara teşekkür etmemiz gerek. Çünkü bu mücadele aslında hepimiz için. ‘Su kimin hakkıdır’ sorusunun asıl cevabı: ‘su yaşamın hakkıdır’ olmalıdır. Sürekli yönlendirme yaptığımızda suyu metalaştırıyoruz. Bu da asıl durumu görünmez kılıyor. Tıpkı Söğütlü Köyü’nün dediği gibi; su paylaşılmıyor, HES’e gidiyor. Yaşanan politik uygulamalar bizi bunu gösteriyor. Ve ana durumu çarpıtarak köylüler karşı karşıya getiriliyor. Aynı zamanda alan hesaplaması yaparak da suyun büyük bölümünü almaya çalışıyorlar.
Şirketler suyu metaya, paraya çevirmek ister. Suyu alıp zaten hakkı olan köylüye satıyor. Daha fazla para veren mesela; krom madeni mi var? Borular döşer, suyu oraya satar. Bizler suyun doğal olarak hepimiz için olduğunun farkına varırsak davamızı kazanırız, yoksa şirket ve devletle pazarlık ederken buluruz kendimizi…
Bu saldırıların politik saldırı olduğunu, sermaye saldırısı olduğunu unutursak bizler kuraklıkla mücadeleyi daha çok konuşuruz. Bizim farkına varıp buna karar vermemiz gerek. Kuraklıkta da yalnız jandarma ile değil, bizler de karşı karşıya geleceğiz. Dolayısıyla mücadele tüm herkesin, aynı zamanda diğer köylerin de mücadelesidir.
Su ne Söğütlü’nün ne de diğer boru altında gideceği köylerin, ne de HES şirketinin. Su, doğanın suyu. Eğer su sahiplenilirse bu şekilde mülkiyet kavgaları çıkmaya devam eder. Az önce gördüğümüz haritalarda su sadece borularla ana kaynaktan değil su yolu üzerinde bulunan suyu da almış. Suyu doğal akışından koparıp, boruyla taşınıp, havuza tıkılırsa o su artık canlılığını kaybeder. Ne minerali kalır ne besini kalır. Boru ve havuzlarda da su ölür. Su aktığı süre boyunca derelerden beslenir, ormanlardan da beslenir. Su kaynak değil, su yaşamın kaynağıdır.
Bizim bir borcumuz var. Su hakkı anlaşmalarının DSİ tarafından özel şirketlere devredilmesinden sonra, suyu enerjiye dönüştürüleceğiz iddiasıyla bakanlık tarafından da tüm dereler hızlıca şirketlere devredildi. Biz su yönetimini konuştuğumuz zaman politik bir sürece giriyoruz. Yaşam alanı üzerinden yaptığımız her pazarlık doğanın diğer canlıların yaşam pazarlığı haline geliyor. Su akılla yönetilir. Suyu yönetmek bir hak olamaz. Ama diğer canlıların yaşam hakkı üzerinden bir pazarlığa bizler girmemeliyiz.
Kirlilik ve sağlık sorunları hep sürdürülebilir kalkınmanın sonucudur. Bölgede krom, güneş enerjisi, mermer ocağı var. Bunlar suyu daha fazla kullanacak ve sonuçta pahalıya alabilecek sektörler. Bu şirketler tarımsal üretime müdahale ederek bu alanı da sanayileştirerek değiştiriyorlar.
BM sürdürülebilir kalkınma adı altında, Rio’da, Dublin’de yaptığı toplantılarda, ‘su metalaşmalıdır çünkü herkes kullanamıyor, kıtlaşıyor, azalıyor’ diyerek ve ‘su herkesin hakkıdır’ güzellemesi ile havzalarının bütünleşik planlamaya alınarak suyun tamamen metalaştırılmasının yolunu açtı. Ve böylelikle su yönetimi tamamen idareye, devlete geçti.
Su madem devletin hakkıydı Söğütlü’de devlet neden şirketin tarafında durmuş ve köylüleri tehdit etmiş? Bunlar politik konulardır, ancak birlikte mücadelenin alanı olabilir. Bu mücadeleye sadece Söğütlü değil, bu sudan yararlanan diğer köylerin de katılması gerekirdi.
Devlet önce suyu satıyor, ormanı satıyor, sonra da her yeri satıyor. Su için mücadele demek her şey için mücadele demektir. Su aslında kıtlaşmıyor, orada yaşayanların suya erişimi engelleniyor. Oraya maden ocağı açan şirket kullanıyor ve satıyor. O yüzden su üzerinden o sektör bu sektör diye değil hiçbir noktasında yaşam hakkımızla ilgili pazarlık edemeyiz. Ne insan merkezli bir pazarlıktan bahsedeceğiz ne de sadece kendimizden bakıp diğerine düşman olalım, çünkü bu mücadele yaşam mücadelesidir…”
Su yaşamın hakkıdır!