RADYO GÜNLERİ 3 – OKUL RADYOSU / MÜSTEAR EFSUNOĞLU

İlkokula Millî Eğitim Bakanlığında şahsıma münhasır düzenlenen özel bir sınavla ikinci sınıftan başlamıştım. Benim radyoyla tanışmam, babamın tayini nedeni ile geldiğimiz Ankara’da ilkokula başlar başlamaz oldu. Çocukluğum sırasında bende derin bir iz bırakan “Radyo Günleri”ni yazmayı bir gönül borcu gibi hissettim.

İlk ve orta öğrenimimi gördüğüm çift tedrisatlı devlet okullarında –ne hikmetse– hep öğlenci oldum. Tam 7 yıl sabahın köründe okula gitmişliğim yoktur. Lisede ise hep sabahçıydım. Ankara’da başladığım lise hayatımı son sınıfta taşındığımız İstanbul’da Fenerbahçe Lisesinde tamamladım. (Bir Galatasaray taraftarı için ne hazin bir son! Değil mi?)

Bizim evde radyo sabah ajans haberleri saatinde açılırdı, öğlen ben okula gidene kadar da kapanmazdı. Ailemizde bir kural vardı: sabah ve akşam sofraya birlikte oturulur, birlikte yemek yenirdi. Öğlenci olmama rağmen sabah kahvaltı saatinde ben de masadaki yerimi alır, babamı işine, ablamla abimi de okullarına yolcu ettikten sonra öğlene kadar annemle birlikte kalırdım. Babam rahmetli, hepimizi özenli günlük giysilerle ve saçımız başımız taralı bir şekilde ve tam zamanında sofrada görmek isterdi. Birimiz gecikse, sinirini bastırarak gelene kadar bekler ve sonra yemeğe başlardı. Yatak kıyafeti ile ya da özensiz giysilerle sofradaki yerimizi alamazdık. O gün, bu gündür masaya tek başıma oturup yemek bana zulüm gelir…

Ben derslerime,  annem ev işlerine koyulduğunda “Arkası Yarın” ve ardından “Okul Radyosu”nu dinlerdik. Bir yandan derslerime çalışır, diğer yandan programları can kulağıyla dinlerdim. Benim için bir büyülü ritüel gibiydi; radyo kapansa ya da elektrik kesilse o gün işler ters gidecekmiş gibi…

Okul Radyosu programının her bölümü bana hitap etmezdi. Kimisini çok basit bulurdum ama vaz geçemediğim şey; her gün evimize radyo aracılığı ile misafir olan sanatçıların kulaklarımda yer eden sesleri ve seslendirdikleri karakterlerin kafamda oluşan hayalleriydi. Şimdi düşünüyorum da hepsini akraba gibi, arkadaş gibi benimsemişim. Bir gün seslerini duymasam, büyük bir boşluk oluşurdu içimde…

Okul Radyosunun yayını biter bitmez on beş – yirmi dakika uzaklıktaki okulumun yoluna koyulurdum. Programın sonu benim zamanlamam için bir uyarı anonsu gibiydi.

Siz hiç “Yurttan Sesler” topluluklarının konserlerini dinleyip, Anadolu’yu gezdiniz mi? Ben gezdim. Kadınlar topluluğu ya da erkekler topluluğu fark etmez, ne zaman radyoda yurttan sesler başlasa içim kıpır kıpır olurdu. Çocuk kafası işte! Programın adı “Yurttan Sesler” olunca, ben de Türkiye’nin dört bir tarafında türküler söyleyen koroları hayal ederdim. “Şimdi bir Erzincan türküsüyle programımıza devam ediyoruz” anonsunu duyunca Erzincan’da türkü söyleyen bir koro, “sırada bir Edirne türküsü var…” deyince de bu kez Edirne’de türkü söyleyen bir koro… Radyo dinleyicilere bir hayal kurduracaksa, o hayali ben hakkını vererek kurardım.

En favori sesim Nezahat Bayram’ınkiydi. Yılar sonra televizyon yayınları başladığında Nezahat Bayram’ı ekranda görünce, radyo günlerimin kahramanını ete kemiğe büründürmüştüm. Bir de “Huma Kuşu”’nu ciğerime işletip, yüreğime kazıyan Mükerrem Kemertaş’ı saygıyla anmam gerekir. Adamcağızın ismi öyle janjanlı bir sahne ismi değildi. Radyo’da ismi anons edildiğinde, kendisinin bütün tabuları yıkarak haklı bir ün kazanmış olan gariban bir halk sanatçısı olduğunu düşünürdüm. Yaşım yetmişe dayandı ama Mükerrem Kemertaş’tan Huma Kuşu’nu dinleme keyfim hiç bitmedi…

Şimdilerde haftanın her günü onlarca yerli ve yabancı TV kanalında istediğiniz takımın futbol maçını izleme şansımız var. Benim çocukluğumun radyo günlerinde cumartesi ve pazar günleri “naklen maç yayınları” yapılırdı. Minik bir futbol hastası ve bir Milli Hakemin oğlu olarak bu yayınları dinlememek olmazdı. Hele bir de Galatasaray’ın maçı varsa! 

Halt Kıvanç ve Orhan Ayhan’ın maçı anlatışlarına hayrandım. Halit Kıvanç anlatırken gördüğünü söylemekle yetinmez, bir de sahadakileri konuştururdu. “… Evet sevgili dinleyenler, Tarık taca çıkan topa bir kez daha dokundu. Hakem Muzaffer Sarvan yanına geldi. ‘Ne yapıyorsun, topa bir daha vurulur mu’ gibisinden bir şeyler söyledi. Tarık da ona baktı, boynunu büküp ‘istemeden oldu hocam’ der gibi cevap verdi…”

Maç yayınları başlarken illaki stadın atmosferi ve yaklaşık seyirci sayısı verilirdi. Aynı saatte farklı statlarda oynanan maçları dönüşümlü olarak anlatırlardı. Sıra yine benim takımıma geldiğinde, hele bir de gol olmuşsa “kaçırdım” duygusuna kapılıp karalar bağlardım. Maç yayınlarını dinlerken adeta o radyonun içine girermişçesine dış dünya ile iletişimimi keserdim. Hayal dünyamın genişliği, anlatılanları yaşamam için büyük bir şanstı. Maçın ikinci yarısının sonlarına doğru kapılar açılıp, beleşçiler de stada alınırdı. Spikerler de seyirci sayısını güncellerlerdi. Ben de hayalimde onlarla birlikte tribünlere girerdim.

Radyo günlerimi rahmetli yengemin anlattığı ve beni çok eğlendiren bir anısıyla bitirmek isterim. Genç yaşta kaybettiğimiz ve hiç tanıyamadığım ama fiziksel olarak çok benzetildiğim dayım, Devlet Demiryollarında Harekât Şefi olarak görev yapmış. 1940’ların sonlarında, orta Anadolu’nun küçük bir köyünün istasyonuna tayin olmuşlar. Köy muhtarı bir radyo satın almış, bütün köylü radyo dinlemek için her gün muhtara misafir olmuş. Dayım da bir radyo alıp, istasyona getirmiş. Köylü bu kez radyo dinlemek için dayımın lojmanına gelir gider olmuş. Bir gün köyün yaşlı ninelerinden biri de gelmiş. Bir süre haber yayınını dinledikten sonra dayıma çemkirmiş: “Senin radyon iyi değil, vızır vızır konuşuyor. Bak, muhtarınki daha iyi. Onunki ‘yad eller’ türküsünü biliyor hem de güzel söylüyor…”

Sayın dinleyiciler,

Zeki Müren’in seslendireceği, Saadettin Kaynak’ın Hicaz makamındaki bir eseri ile programımıza devam ediyoruz:

Yadeller aldı beni taşlara çaldı beni
Yardan ayırdı felek gurbete saldı beni

Yol verin
Geçeyim dumanlı dağlar
Dağların ardında nazlı yar ağlar…

Yorum, görüş ve önerileriniz