OKURYAZAR GÜNCESİ – YOKUŞ AŞAĞI PORTAKALLAR – ZEYNEP UZUNBAY / GÖKHAN KORKMAZGİL

Ana sayfa görseli: ©Gökhan Korkmazgil

Arzu, Kuşkaya Köyü’nde İzmirli yalnız bir öğretmendir. Köy ise kuş uçmaz kervan geçmez, zaman durmuş kimse bilmez, daha da yalnız bir yerdir. Karlı dağlar düzlükteki tek tük ağaçlara bakar, toprak yol evlerin arasından gelir, karın tam örtemediği mezarların yanından geçer, köyün dışındaki asfalta akar. Roman, iyice ayaz bir kış gününde, alışılmadık biçimde açılıyor. Yazar, Arzu’yu bir top beyaz güle benzeyen bulutların gözünden, pencerenin dağları açan, dağları kapatan perdesinin dilinden, demir kapı kolunun elinden anlatıyor.

İpek, ilçe hastanesinde hemşire. Üç kardeşin en büyüğü, küçük yaşta kardeşlerine ana olmuş, kimse ondan daha iyisini yapamazmış, babası da üç kızı üvey ana eline bırakamazmış. Arzu’nun çalıştığı köy kayalık, taşlık, akrepli bir yer, insanları lazım olduğunda İpek’in durduğu hastaneye gider. İpek’le Arzu tanışmışlar, tanışlıktan fazlası olmuşlar.

Handan, Orhan’la evli, Arzu’nun annesi. Onunla ilk kez, Orhan’ın karısını aldatma sahnesinde karşılaşıyoruz. Orhan, karısı İzmir dışındayken Arzu’yu bir arkadaşına bırakmış, sevgilisini “eve atmış”. Erkeğin kadına sadakati, kadın biraz uzaklaşana kadarmış.

©Şükrü Mehmet Ömür

Narin, köyün muhtarının karısı, süpür, yıka, pişir, yedir, topla, beş çocuğun anası. Un çuvalını aralarsın, bakır leğene un koyarsın, üstüne tuzlu su dökersin. Un peltelenir, sakızlaşan hamur çıt çıt çıtlar. Parmaklarını geçirip hamurun altını üstüne getirirsin. Hızla çekince leğene yapışmış hamurun çıkardığı cızırtıyı duyarsın. Tandır yansın, ekmek pişsin, erkekler tarlada mı, kahvede mi, her neredelerse dönsün. İsli çorba tenceresini ocağa vurursun, yufka bohçasını açarsın. Oklavaya sardığın yufkayı kızgın saca yayarsın. Aktaraçla çevirirsin. Küçük kara gözler pırtlayınca sacdan alırsın. Oğlanlar havada kapacak, yağ sürüp paylaşacak, kızlar yanında, yamacında, sana yardımcı olacak. Hamur bitince tekneyi sıyırırsın, kalan uğrayı ite yal yaparsın. İtin yalına akşamdan kalmış tarhanadan bir kaşık katarsın.

Oğlan doğurmayan kadın suçlu gelindir, bir oğlan dünyaya getirene dek sürekli gebe kalacaktır. Oğlu olmayan adam dölsüz erkektir, soyum kuruyacak diye hep telaşta olacaktır. Kızlar, daha en başta erkek doğmayarak babalarını üzdüklerini bilirler, ömür boyu bu yükün altında kalırlar. Oğlanlar bir şehzade olarak doğduklarına emindirler, her şeye hakları olduğunu sanırlar.

©Şükrü Mehmet Ömür

İnsanoğlu acayip bir varlıktır, gününü yaşayamaz. “Carpe diem” derler ya, “anı yaşa”, onu hiç yapamaz. Çünkü bilinci vardır, bilinç de onu hiç rahat bırakmaz. Geçmişte yaşadıkları deneyim olur, belleğinde birikir, unutulmaz. Sonlu bir varlık olmasına rağmen geleceğe dair planları vardır, birazını yaşar, çoğunu yapamaz. İz bırakan geçmiş ile hayali kurulan gelecek arasında sıkışıp kalan bugün, heba olup gider, tıpkı sonraki gün gibi. Bir meşe ağacı olsan, bin yıl ömrün olsa, hava, toprak, bir de su sana yeter, hiçbir gün öncekinden farklı geçmez. Yılda bir kez palamutlarını olgunlaştırırsın, toprağa düşürürsün, gerisi seni ilgilendirmez. Su kaplumbağası olsan, yüz yıl yaşasan, yumurtalarını kuma gömersin, yalpalayarak denize varır, uzaklara yüzersin. Bir kedi olsan, eniklerine sütten kesilene dek bakar, sonra arkanı döner, yürür gidersin. İnsanoğlu böyle değil, bilincine danışmadan adım atmıyor, üç günlük dünyayı kendine dar ediyor. Gülendam akılsız çocuğunu kimsesiz bırakmaktan ölesiye korkuyor, ölüp de kendi derdinden kurtulamıyor.

©Gökhan Korkmazgil

Narin, köydeki evinde şiddet gören, dayak yiyen beş çocuklu kadın. Handan, kocasının, fırsatı gördüğünde aldattığı kadın. Arzu, acemi gençliğinde güvenip sarıldığı sevgilisi tarafından terk edilen kadın. Gülendam, zihinsel engelli kızından önce ölmemeye çalışan kadın. Kezzi, Gülendam’ın aklını yitirmiş, istismara uğramış kızı, genç kadın. Hayatın yükü kadınların omzunda, kadınların ahı erkeklerin boynunda. Eril devlet, erkek suçluları cezasız, kadın mağdurları çaresiz bırakıyor. Hukukun üstünlüğünün geçerli kılındığı, uygar bir toplumda yaşıyor olsanız, kitabı orada oturup okusanız, insanın aklını, mantığını zorlayacak bir roman kurgusu dersiniz. Burada oturup romanı okuyorsanız, başınızı kaldırıp ülkenin değişmeyen gündemine baksanız, fazlasını görürsünüz. Kadın cinayetleri, tecavüz, çocuk istismarı, orman kıyımı, sokak hayvanları yasası. “Bu ülkede dört şey olmayacaksın: Kadın, çocuk, ağaç, sokak hayvanı,” demişti Yaşar Kemal. Galiba en zoru da kadın olmak, çünkü kadın bilinçli bir varlık, “Hepiniz kirlisiniz. Bizi kirleten sizsiniz. Dönüp kirli diyen yine sizsiniz.” diyebiliyor. Bir lütuf gibi sunulan adalete bakıp “ne bu kötülüğü bulaydık, ne bu iyiliği göreydik” diyebiliyor. Sahi, tarih boyunca erkeğin, kadını koruyup kolladığı söylendi. Soru şu, Erkek, kadını kime karşı koruyordu?

©Gökhan Korkmazgil

Romandaki Kuşkaya ve Yalınkaya köylerini, adı geçen Taşhan’ı görünce hikâye nerede geçiyor, merak ediyorum. Yazarın Sivas’ın Gemerek’inde doğduğunu, Kayseri’de okuduğunu, Tokat’ın Turhal’ında hemşirelik yaptığını öğrenip, merakımın peşini bırakıyorum. Zaten roman sert coğrafyanın iki kat mazlum kadınlarını anlatıyor, kurguda mekânın neresi olduğunun anlamı kalmıyor. Başına gelenlere bakıp “coğrafya kaderdir” derler, hikâye nerede geçiyormuş, ne fark eder? Bir İtalyan atasözü var, “bir çocuğu doğduğu topraklardan çıkarabilirsin, ama o çocuğun içinden o toprakların izini çıkaramazsın” diyor. Belli ki Zeynep Uzunbay kendisiyle romanındaki karakterlerinden en az birisi arasındaki filtreyi iyice inceltmiş.

Sarya Tunç, romana değgin yazısında şöyle demiş: “Kadınlar birlikte güçlenip, yaralarına tutunarak çözüm üretmeye çalışıyorlar. Kitapta sürekli fakat asla yılgınlığa dönüşmeyen bir hüzün de var. Ama genel ruh halinin öfke olduğunu söylesek yanlış olmaz sanırım. Öfke evet; çünkü milyon tane acı yaşayan/yaşatılan kadınlar, bir tane bile suçlu erkeğin olmamasına isyan ediyor.”

©Gökhan Korkmazgil

Kitabın arka kapağına bakıyorum: “Yokuş Aşağı Portakallar’da yaşamları farklı mecralarda akmış kadınların birbirine değen ve gittikçe iç içe geçen hikâyeleri tek bir çatı altında ustalıkla toplanıyor. Mahkûm edildikleri çukurdan, kangrenleşmiş yaralarına rağmen, er kişiden aman dilemeden çıkmaya çabalayan karakterlerden her birinin yolu incelikle örülüyor ve kadın dostluğunun girift yönlerine vararak okurunu yüreklendiriyor. Zeynep Uzunbay, binlerce kadınlık hali arasından kendi sesimize kavuşmamız için bizi uzun yollarda, derin ve puslu vadilerde gezdirirken, sorularına rüzgârın fısıltıları eşlik ediyor.”

Bazı yazarlar için “niye daha çok yazmamış” diye hayıflanırım, bir tür bencillikle bu edebi hazzı daha fazla yaşayamadığıma yazıklanırım. Zeynep Uzunbay da bu yazarların arasına katıldı.

Sel Yayıncılık, İstanbul, Kasım 2022, 151 sayfa

Yorum, görüş ve önerileriniz