OKURYAZAR GÜNCESİ – SADAKAT – İNCİ ARAL / GÖKHAN KORKMAZGİL
Sadakat, Sadakatsiz, İhanet gibi isimlerle o kadar çok film ve dizi yapıldı ki daha izlemeden tanıdık geliyor. Aynı şey romanlar için de geçerli. İki kişi tanışır, delice âşık olur, evlenir, yanlış anlaşılmalar ve ihanetler yüzünden kavga eder, ayrılır. Yazarı İnci Aral olduğundan, konu çok bilindik olsa da okumaya değer buldum, başladım.
Romanın adı “Sadakat” olunca, bir sadakatsizlik öyküsüyle karşılaşacağımız belliydi. Romanı Azra’nın, kocası Ferda’yı öldürmekten suçlandığı hapishanede yazdığı notlarından okuyoruz. Roman daha ilk satırlarından böyle başladığı için, sonunu baştan söylemiş sayılmam, popüler terimle “spoiler vermiş” olmam. Asıl, romanın sonundaki final bölümü önemli, onu da buraya yazmayayım.
Azra, yakın bir kasabadaki aile evinden çıkıp, eczacılık okumak için İstanbul’a gelmiş. Yirmisini doldurmadan, kibirli, dalgın, uzun bir tıp asistanına tutulmuş: Demir. Coşkulu bir sohbet ve çekingen gülümsemelerle gelen arzu. Birine ait olduğuna kendini inandırmak, kız yurdundan ayrılıp Demir’in kucağına sığınmak. Çıplak bir odadaki daracık yatak, çok kullanılmış çarşaflar, iki tabak bir tava ve bir şişe ucuz şarapla felsefe. Sonra, aşkı anlamaya çalışırken, dünyayı anlamlandırmaya uğraşırken, o dünyanın apansız alt üst oluşu. Azra, fakültenin ikinci sınıfında hamile kalıyor. Demir’in tepkisi demir gibi sert: “Baba olmak mı? Hayır! Çaresine bakmak zorundayız, kesinlikle olmaz, yurt dışına gideceğim ben!” Demir, kendini bir kasaba kızı tarafından tuzağa çekilmiş, kıstırılmış hissediyor. Onun, zavallı bir aile babası olmanın ötesinde yüce amaçları var. Dönmemek üzere gidecek. Bu ülkede üç kuruş maaşla çile doldurmak için okumuyor yıllardır.
Şimdi, romanın dışına çıkarsak, ülkemizde gençlerin kendileri için bir gelecek görememelerini üzüntüyle izliyoruz. Bir ülkede gençlerin geleceği olmazsa o ülkenin de geleceği olmaz. İyi eğitimli, dil bilen, bir yolunu bulan, geleceğini başka ülkelerde aramaya gidiyor, biz arkalarından bakakalıyoruz. Son zamanlarda özellikle tıp mezunları bir zahmetle geçen yıllarına, bir önlerindeki çıkmaz yollara bakıp, sonra daha ötelere, başka ülkelere bakmaya başlıyor. Onlar için “giderlerse gitsinler” dendi, çok konuşmamaları söylendi. Gidebilenler gitti, gidemeyenlerle gitmeye gerek görmeyenler, bir de gitmeye donanımları yetmeyenler ülkede kaldı. Onlar da kaçacak yer arıyor, zahmetsiz yollara sapıyor. Roman 2010’da yayımlandı, demek ki bu beyin göçü dalgasının çatırtıları daha o zamandan güçlü biçimde duyuluyormuş.
Romana dönersek, Demir’le Azra çaresiz evleniyor, Müge dünyaya geliyor. Demir’in gözü hep gitmekte, sorunlar hiç tükenmiyor. Sonunda Demir Amerika’ya gidiyor, Azra minik kızıyla kalıyor, eczacılık fakültesini bitiriyor. Bundan sonra Ferda ortaya çıkıyor, romanın peri masalı bölümü başlıyor. Azra’nın fettan kız kardeşi Aliye’nin de katılmasıyla Azra-Ferda-Aliye üçgeni oluşuyor.
Aşk, nefret, ihanet, gerilim… Kadın – erkek ilişkilerine, sadakat kavramına, ikili ilişkilerde özgürlüğün boyutlarının ne olması gerektiğine dair yanıtı zor soruların belirdiği, gelgitlerin, çaresiz durumların yaşandığı derinlikli bir roman. Özgürlük ve sadakat bir karşıtlık mıdır, sadık kalma zorunluluk olduğu zaman, insan özgür olabilir mi? Zor soru, sanırım özgürlük kavramını cinsel özgürlüğe indirgemiş kişiler için yanıtlanması neredeyse olanaksız.
Olup biteni okurken, kavgalarda taraf tutuyorsunuz ve daha sonra yanlış tarafta olabileceğinizi anlıyorsunuz. Azra “Biz taraftık. Kazananı olmayan bir savaşta birlikte battık.” diyor. Yaşama dair her şeye dokunan, kadın erkek ilişkilerine takılı kalmayan bir yazar olarak İnci Aral, bu ilişkilerin toplumsal karşılığını da ortaya koyuyor. Özgürlük kavramı üzerinde derin derin düşünmeyi de bize bırakıyor.
Turkuvaz Kitap, İstanbul, 02.2010, 277 sayfa