OKURYAZAR GÜNCESİ – DAĞI YERİNDEN OYNATMAK – CHARLOTTE PERKİNS GİLMAN / GÖKHAN KORKMAZGİL

İnsanoğlu acayip bir varlıktır, içinde yaşadığı gerçekliği kabullenmez, anlamaz. Gözüyle gördüğü dünyaya inanmaz. Bu dünyaya defalarca yeniden geleceğini sanır, görmediği, hiç kimsenin bilmediği “öteki dünya”ya inanır. Gün gelip de öleceğini, her şeyin tamamen biteceğini nasıl kabul etsin, o zaman ona bir avuntu verin, salın hayallerin peşinden gitsin.
Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne “ütopya” yazın, “gerçekleştirilmesi imkânsız tasarı veya düşünce” diyecek. Yani, bir ütopya düşleyen kişi, bunun olamayacağını içten içe bilecek. Peş peşe birkaç kez “ütopya” desenize; sözcük hiç yakın gelmiyor, sanki “Japonya” der gibi, uzak bir ülkenin adını söyler gibi.
Aşırı iyimserler insanın dünyayı daha iyi bir yer yapmak için çalıştığını söyleyebilir. Dünyanın insan baskısı altında nasıl ezildiğini, ilerleme adına görmezden gelebilir. Oysa insan, doğayla uyum içinde yaşamayı bıraktığından beri dünya için zararlı bir varlık haline geldi. Yolunda hep yaka yıka, kıra döke ilerledi. Oluşan yeni dünya düzeni sadece doğayı mahvetmekle kalmadı, sonunda insan kendi varlığına zarar verdi.

Bir yurttaşlar yasası bulunmalıydı, insan başka insanlarla eşit olmalıydı, doğanın içinde, başka canlılarla barışık yaşamalıydı. Tarih boyunca, senden eksilenler başkasında birikiyorsa, bu düpedüz hırsızlık malı sayılmalıydı. Erkekle kadın, biri efendi öbürü köle olmamalıydı. Bu gidişata dur diyecek birileri çıktığında bütün herkes onun ardında saf tutmalıydı. İşler hiç de öyle olmadı, ilerlemeyle kazanılanlar, kaybedilenlerin yerini tutmadı. Sosyal adaletsizlik, cinsler arasında eşitsizlik, doğanın korunmasındaki basiretsizlik insanlığın sonunu hazırladı.
Kitabın önsözünde şunlar yazılı: “İnsan zihninin en ayırt edici özelliklerinden biri, daha iyi şeyler öngörmesidir. Umut etme, arzulama, öngörme ve ardından mümkünse elde etme eğilimindeki bu yaratılış, ölümden sonra cenneti amaç edindiğimizden beri, insana fayda sağlamaktan büyük ölçüde uzaklaşmıştır. ‘Başka bir dünya’ya bel bağlayarak, bu dünyaya dair umudumuzu bir hayli yitirdik.”

TDK Sözlüğü’ne bu kez “ütopik” diye soralım, kısaca “hayali” demiş. Ben buna biraz ekleme yapabilirim, “gerçek olamayacak kadar iyi ve güzel” diyebilirim. Sözlüğe bir de “hayali” sözcüğünü soralım, “gerçekte var olmayan, ütopik” diye yanıtlıyor. Yani, “sen bunu ancak düşünde görürsün” diyor! İnsanlık için daha iyi olanaklar üzerine kafa yoran felsefeci ve yazarların ortaya koyduğu eserlere biz “ütopik” diyoruz. Daha iyi bir dünya düşlemişler, zamanı ve mekânı ötelemişler: Belirsiz bir gelecekte ve kim bilir nerede? Platon’un “Devlet”i, Farabi’nin “İdeal Devlet”i, H.G. Wells’in “Kuyruklu Yıldız Günlerinde”si, Thomas More’un “Ütopya”sı, Edward Bellamy’nin “Geriye Bakış”ı gibi. Onlar da insanlıktan umudu kesmiş olmalılar, bakmışlar bu dünyada olacak gibi değil, hele bu zamanda hiç değil, ideallerini başka bir zamanda ve yerde kurgulamışlar. Ütopik eserlerde ortak noktalar var: Aşırı bir uzaklık unsuru, ve birtakım gizemli güçlerin varlığı. Öyle ya, sorunsuz bir toplum, temiz bir çevre, ve hatta sonsuz yaşam masallarda değilse nerede olabilir? Ya çok uzak bir gelecekte ya bir paralel evrende, ya da uzaylıların gezegeninde. Belki de cennette!

Dağı Yerinden Oynatmak biraz farklı; kısa soluklu bir ütopya, çünkü zamanı sadece otuz sene ötelemiş, ne olduysa bu zaman zarfında olup bitmiş. Öte yandan bir bebek ütopya, çünkü büyümeye ve gelişmeye açık. Yazar ütopyayı düşleyip kurgularken mekânı değiştirmemiş, hikâye bildiğimiz, yaşadığımız dünyada geçiyor. Değişim sadece zihniyette; insanların, özellikle kadınların mutlak uyanışlarını konu ediniyor. Şu anda yaşayan, var olan insanların eğer doğru yolu seçerlerse neler yapabileceklerini düşleyip anlatıyor.
Kitabı bana arkadaşım Nalan getirdi, yılbaşı armağanı olarak verdi. İnsanın kitap armağan eden arkadaşları olması ne güzel, o da kitap okuyan arkadaşlarının olmasını değerli buluyor. Kitap okuyan biri, başka bir okura, aynı dili konuşan birini bulmuş gibi bakıyor. Nalan önerdiyse ben de severim diye düşünüyorum, okumaya girişiyorum.
John Robertson, yirmi beş yaşındayken Himalayalardaki bir keşif gezisi sırasında kayalıklardan düşer ve hafızasını yitirir. John antik diller uzmanıymış. O kutsal kavimleri, eski yazıtları, nesillerdir süregelen örf ve adetleri yakından incelemek istemiş. Son hatırladığı şey bir gece kampı; çünkü yorgun yatmış, sonra bilmeden kalkmış, uykusunda yürüyüp gitmiş, bir uçurumdan aşağı yuvarlanmış. Ağaçlar düşüşünü biraz yavaşlatmış. Tibetli köylüler John’u bulduğunda hiçbir şey hatırlamaz, kim olduğunu dahi bilmez haldeymiş. Dünyanın geri kalanıyla en ufak bir bağı dahi olmayan köydekiler kırıklarını tedavi edip yaralarını sarmış, John otuz sene boyunca Tibet’in bu ücra dağ köyünde kalmış.
Otuz sene sonra kız kardeşi Nellie Tibet’e turist olarak geldiğinde tokasında “JR” baş harfleri bulunan bir kemer takan, kapüşonlu, perişan bir adam görür. Tercüman aracılığıyla, “kemeri nereden aldın?” diye sorar. Adam kapüşonunu çıkarır, kadına bakar ve “Nellie!” diye bağırır, düşüp bayılır. Şok onun hafızasını ve kimliğini yeniden kazanmasını sağlamıştır. Artık bedeni elli beş, zihni yirmi beş yaşında bir adamdır.
Romanda belirgin bir olay örgüsü yok, John’un karşılaştığı yeni dünyayı anlamaya çalışması var. John geri döndüğünde, ayrıldığında oy hakkı dahil hiçbir güce sahip olmayan kadınların şimdi Amerika’da ütopik bir toplum yönettiğini görür. Kendisini soyu tükenmiş bir ırktan gelmiş gibi hisseder. İnsanların günde sadece birkaç saat çalıştığı, suç işlenmeyen ve hiç yoksulluk olmayan, yol boyunca meyve ağaçlarının yetiştiği bir ütopya ile karşılaşır. Yeni, rasyonel, iyi organize edilmiş bir toplumsal düzen düşüncesi onu altüst eder. Kadınların eşit değere sahip olduğu, çocukların eğitiminin en önemli iş olarak kabul edildiği ve yoksulluğun olmadığı bir toplum düşüncesi güzeldir. Yine de toplumcu – gerçekçi bir bakış açısının eksikliği ve sınıfsız – sömürüsüz bir toplum hedefinin ıskalanmış olması, ütopyanın bir hayli güdük kaldığını hissettiriyor. Bu yeni dünya düzeninin ardındaki teori oldukça ilginç, ortaya çıkış şekli açısından ise bir hayli hafif kalıyor: Dünyadaki kadınlar bir gün basitçe “uyanmış” oluyor!

Bir süre boyunca, bireyi olduğu toplumdan, içinde yaşadığı dünyadan ayrı kalıp da, bir zaman sonra aynı noktada “beliren” insan anlatısı, bana başka bir hikâyeyi çağrıştırıyor: Yedi Uyurlar! Kadim hikâyelerin ortak örüntüler barındıran temel anlatılara yaslanıyor olması gayet anlaşılır bir şeydir. Yedi Uyurlar hikâyesi de böyledir, temeli çok eski Hint metinlerine dayanmasına rağmen, yüz milyonlarca insanın inandığı Hristiyanlık ve İslam dinlerine yansıyan örnekleriyle bu anlatılardan biridir. Yedi Uyurlar’ın yaşadığı iddia edilen onlarca yer söz konusudur. Kutsal metinlerdeki anlatıya en benzer özellikleri sergileyen yerlerden dördü ise ülkemiz sınırları içindedir. Bunlar İzmir’de Efes Antik Kenti’ne yakın bir mağara, Mersin Tarsus’da bir kutsal alan, Diyarbakır Lice ve Kahramanmaraş Afşin’deki mekânlardır. Hikâyenin Hristiyan versiyonunda, Roma İmparatorluğu zamanında tek tanrılı dine inanmaya başlayanlar zulüm görmektedir. Yedi Hristiyan genç imparatorun tanrılaştırıldığı tapınağa kurban sunmayı reddeder ve ölüm tehdidi alınca bir mağaraya sığınırlar. Hükümdar mağaranın girişine duvar ördürür, gençler uykuya dalar. Gençler uyanınca içlerinden ilk uyanan Yemliha’yı yiyecek bulmak için kente gönderirler. Her şeyden habersiz olarak bir fırından ekmek almak isteyen Yemliha eski parayı verince artık Decius’un (249-251) değil II. Theodosius’un zamanında (408-450) olduklarını ve arkadaşlarıyla yalnız bir gece değil, 200 sene boyunca uyuduklarını öğrenir. Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu’nun her yanında yaygınlaşmıştır artık. Kimse İsa’ya inandığı için zulüm görmemektedir. Kent değişmiş, gelişmiştir, güzel yollar, köprüler yapılmış, her yerde çeşmelerden sular akar olmuştur. Yemliha mağaraya geri dönüp durumu anlatınca, tüm arkadaşlar tekrar uyumaya karar verir ve bir daha uyanmazlar. Yedi Uyurlar hikâyesi bu yönüyle erken ütopyalardan biridir, başka bir yönüyle daha iyi bir geleceği gerçekleştirmek için mücadele etmek yerine uyumayı anlatır. Uyanıp mücadele etmek yerine, uyursun, ve uyandığında bir bakarsın ki her şey güzel olmuş!

Yedi kişi mi uyumuş, kaç sene uyumuş, hikâye nerede geçiyormuş, dünya kendi kendine nasıl düzeliyormuş, bunlar hep masal. İnsanlığın topyekûn uyumaya devam ediyor olması ise gerçek. Dedim ya, insanoğlu acayip bir varlıktır, gerçeği gözüyle görse de inanmaz, masallara gözü kapalı inanır.
Dünyayı var eden kadındır, hatta erkeği bile. Kadın hâlâ erkeğin kölesi ise bu değişmeli, dağı yerinden oynatmak gerekse bile. Dağı bırakın, dünyayı yerinden oynatabilirsiniz. Arşimet “bana bir kaldıraç, bir de dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım” demiş, dayanak noktası zihniyet değişimidir, bilirsiniz.
Roman yazılalı yüz seneden fazla bir zaman geçmiş, insanlığın sorunları dağ gibi büyümüş, birikmiş. Kitabın son sayfasını çevirip masamın üzerine koyuyorum, uzaktaki dağlara bakıyorum. Hiçbir şey iyiye gitmemiş, dağ yerinden hiç oynamamış.
Dağı Yerinden Oynatmak – Charlotte Perkins Gilman, Cem Yayınevi, İzmir, Ağustos 2021, 172 sayfa, çeviren: Melda Olcaytu