NİKANDROS KEPESİS – 75 YIL SONRA DOĞDUĞUM YERDE 1998 / DÜZENLEYEN: TUNÇ TOKAY – BÖLÜM 5

Etnik köken, milliyet ne olursa olsun, savaş alanlarında şehit düşen, kamplarda ve esaret altında işkenceye uğrayan. Özgürlük, Demokrasi ve Barış için şiddete ve savaşa karşı mücadele eden herkese adanmıştır. Nikandros Kepesis

BÖLÜM: 5

Bir çeyrek saat sonra, Rumlardan (yani Hacıdoulis ve Pindaros’un grubundan) ve Türk ailelerinden oluşan herkes, şoförün baba evinde Türk kahvesi içmek için bir aradaydı.

Geleneksel Türk misafirperverliği kendini her detayda gösteriyordu. Ev, Aşağı Panaya’nın avlusundan yaklaşık üç yüz metre kuzeydeydi. Büyük bir avluya, ardına kadar açık duran avlu kapısından giriyorlardı. Avlu, küçük ağaçlarla, türlü türlü çiçek saksılarıyla ve fesleğenler, kadife çiçekleri gibi bitkilerle süslenmişti. Bütün bunlar neredeyse bir asma çardağının altında yer alıyordu.

Eve girmeden önce, herkes ayakkabılarını çıkarmak zorundaydı. Ardından, bir buçuk metre kadar halı kaplı bir alan üzerinde yürüyüp girişe ulaşıyorlardı. Giriş holünden, halı kaplı bir koridor boyunca yürüyerek oturma odasına giriliyordu.

Oturma odasında iki üç geniş kanepe vardı. Kanepe kenarlarında minderler diziliydi, karşılıklı oturup rahatça sohbet etmek için düzenlenmişti. Pindaros, en azından, bu şekilde oturdu; bağdaş kurarak. O an, amcalarını hatırladı. Onlar da bazen eve gelir, böyle bağdaş kurup sigaralarını sarar ve keyifle içerlermiş.

Odanın ortasında, koyu renkte bakırdan yapılmış bir mangal vardı, doğal olarak yaz olduğu için boştu. Ancak, varlığıyla odaya özel bir hava katıyordu ve eski zamanları hatırlatıyordu.

Nikos kamerasıyla her anı yakalamak için harıl harıl çalışıyordu. Hiçbir şeyi ve hiç kimseyi lensin dışında bırakmadı. Elefteriya da fotoğraf makinesiyle, o eşsiz anları bir kez değil, defalarca ölümsüzleştirdi. Çektikleri fotoğraflar sadece hatıraları değil, o anın duygusunu ve eşsizliğini koruma çabasıydı.

İçtikleri kahvenin özel bir anlamı vardı. Sıradan bir kahve değildi. O, nostalji, sevgi ve dayanışmayla dolu bu dostça buluşmayı mühürlemenin bir yoluydu. Pindaros, Livisi’den; Maria, Muğla’dan; Rum arkadaşları ve Selanik’ten gelen Türkler, geçmişte farklı topraklarda filizlenmiş kökleriyle bir araya geldiler. Hep birlikte, gelecekte bu çatının altında büyüyecek ve yaşayacak olanlara anlatacak hikâyelerle dolu bir anıyı paylaştılar.

Vedalaşma anı her şeyin en duygusalıydı. Karşılıklı öpüşmeler, sıkı sıkıya sarılmalar ve gözlerde biriken yaşlar…

Kim inanırdı? Farklı dilleri, dinleri ve vatanları olan insanlar, böylesine derin bir bağ kurabilir! Ama insan kalbinin mucizesi tam da bu: Farklılıkları aşarak, ruhları birleştirmek.

Ve işte, apaçık gerçek. Hayal gücünün bir ürünü değil. Sadece bir özlemin, bir dileğin, iki halkın sıkıca sarılmasının ifadesi değil, savaşların ve mübadelelerin acılarını yaşamış iki halkın temsilcilerinin barış içinde yaşamak, diğer tüm Balkan halkları ve dünya halkları gibi iş birliği yapma istenci… Bağımsız, özgür bir şekilde kendi ülkelerinde yaşamak, düşmanlarının, Amerikan-NATO emperyalistlerinin her türlü entrikasından uzak, “böl ve yönet” politikalarına karşı durarak…

Bu iki halkın, kendi iyilikleri, ülkelerinin iyiliği, çocuklarının ve gelecek nesillerin iyiliği için birlik olup mücadele etmesi gerekiyor.

GEÇMİŞE BAKIŞ

17 Ağustos 1997’den bu yana aylar geçti, ama o unutulmaz günün izlenimleri hâlâ taptaze ve sıcak. Bu duyguların etkisi altında, Türkler ile Küçük Asya Rumları arasındaki ilişkilere göz atmak istedim. Bunu, okuyucuların, daha sonra anlatacağım, bir buçuk milyondan fazla Yunan’ın sürgün edilmesine ve birkaç yüz bin soydaşımın yok edilmesine neden olan koşullar hakkında bilgi edinmesi için gerekli görüyorum. Kaybedilmiş ve asla unutulmayacak vatanlar…

Türkler ve Yunanlar, Küçük Asya’da, İstanbul’un fethinden önce, hatta 1453 yılından önce, bir arada yaşıyor ve iş birliği yapıyordu.

Onlar, neredeyse “aynı ve tek Tanrı’nın bakışı altında” birbirlerine bağlıydılar. Müslümanlar ve Hristiyanlar, çalışarak, birbirlerinin dinine saygı göstererek, neredeyse aynı dine mensup gibi yaşıyorlardı. Elbette Hristiyanlar, Sultan’ın reayası, yani kölesiydi ve her yıl “kafa vergisi” olarak adlandırılan vergiyi ödemek zorundaydılar. Bu ne demekti?

Kâfirler, yani gâvurlar, başlarını omuzlarının üzerinde tutabilmek için bu kafa vergisini Sultan’a ödemek zorundaydılar. Hayatta kalmaları için gerekliydi bu.

Bunun dışında, sıradan halk, yani Rumlar ve Türkler, Hristiyanlar ve Müslümanlar, neredeyse tek bir halk gibi yaşıyordu. Herkes kendi bayramlarını, karnavallarını ya da Ramazanlarını, kiliselerinde veya camilerinde, papazları ya da imamlarıyla kutluyordu. Neredeyse eşit şartlarda, dostluklar ve düşmanlıklarla dolu bir hayat yaşıyorlardı; tıpkı aynı ulustan olanlar arasında olduğu gibi.

Tabii ki, çiftlikleri, arazileri ve sürüleriyle beyler ve ağalar vardı. Ancak yalnızca Rumlar, bu beylerin ve ağaların yanında maraba ya da işçi olarak çalışmıyordu. Sultan’ın otoritesi tüm askerî hiyerarşi üzerindeydi ve genel olarak Türkler üstün durumdaydı. Ancak burada sıradan halktan, Türkler ile Rumlar arasındaki ilişkilerden bahsediyoruz.

Yazar, çocukluk yıllarından gelen kişisel deneyimlere sahiptir. Bu anılarını, “Aπ’ τα τρίσβαθα της μνήμης” (Hafızamın Derinliklerinden) adlı küçük bir kitapta kaleme almıştır. Kitabın sayfalarında, 17 Ağustos 1997’de tekrar yaşadığı bu ilişkiler öne çıkmaktadır; bu, mübadeleden yetmiş beş yıl sonra gerçekleşmiştir.

“Üstünlük” konusundan bahsetmiştim… Eğer tarım ekonomisinde, genel üretimde üstünlük Türklerin, yani beylerin ve ağaların elindeyse, ticaret Yunanların hakimiyetindeydi. Ve Rum toplumu bu alanda ünlü isimler yetiştirdi. En tanınmış uluslararası figürlerden biri Zaharoff’tur. Kendisi, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce büyük bir silah tüccarıydı. Konu buraya gelmişken, Zaharoff kendi kendini yetiştirmiş biriydi. Benzer bir örnek de Bodosakis’dir (asıl adıyla Prodromos Athanasiadis). (Bodosakis, Türkçedeki “Bodos” yani Prodromos kelimesinin kısaltılmış hali.) Bu kişi de kendi kendini yetiştirmişti, üstelik okuma yazma bilmeyen biriydi.

Ancak Yunanların elinde yalnızca ticaret yoktu. Fanariotlar (Fenerliler) aynı zamanda yönetimde de etkiliydiler. Çok bilgili ve çok dilli olmaları sayesinde, Sultan’ın sarayında, yani “Yüksek Kapı” da (Bab-ı Âli) memuriyet pozisyonlarına sahiptiler. Bu kişilerden bazıları uzak bölgelerde, örneğin Moldovya ve Eflak’ta, yönetici bile oldular.

İzmir ve İstanbul’da edebiyat ve güzel sanatlar oldukça gelişmişti. İzmir’de özellikle ünlü olan Evangeli Scholi (Evangeli Okulu) idi. Bu okuldan mezun olanlar arasında Dimitris Glinos da bulunmaktaydı. Tabii ki sadece o değil, ama en tanınmış isim olduğu için yalnızca onu anıyorum.

Bunlar, çok genel hatlarıyla, asıl önemli olana, yani 20. yüzyılda meydana gelen değişimlere geçmek için kısa ve oldukça yüzeysel bir şekilde değindim. Bu değişimlerin asıl sebebi, onları en çok tetikleyen etken, 19. yüzyılın sonlarında başlayan sosyoekonomik gelişmelerdir: Yani Emperyalizm.

Emperyalizmin özelliklerinden biri, dünya ve hammaddeler pazarlarının yeniden paylaşılmasıdır; bu, şiddet ve savaşlarla gerçekleştirilmiştir. İlk emperyalist savaş, 1898’de ABD’nin Filipinler’i vermiştir.

Emperyalizm koşullarında meydana gelen derin değişiklikler, Balkanlar’daki boyunduruk altındaki halkların Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkilerini etkilemeden bırakamazdı. Ve her şeyden önce, Mikro Asya Seferi’nden (Küçük Asya Seferi), yani ulusal bir felaketle sonuçlanan bu harekâttan önce, kısaca 1912-13 Balkan Savaşları’na değinmek gereklidir.

Bu amaçla, 14-15 Ekim 1997 tarihlerinde Belgrad’da düzenlenen Uluslararası Konferans’ta yaptığım konuşmayı aktaracağım. O konuşmayı, kürsüden yaptığım haliyle, (çevirmen Davitis aracılığıyla) okuyabilirsiniz.

KÜÇÜK ASYA SEFERİ15 Mayıs 1919 – Eylül 1922

Bu açıklamalardan sonra, kitabın ana bölümüne geçme zamanı geldi: Küçük Asya Seferi. (Bu konuda daha önce yazdığım bir makale: (KOMEΠ, Mayıs 1984) 2 Mayıs 1919’da (eski takvim) Yunan Ordusu’nun İzmir’e çıkışıyla birlikte Küçük Asya Seferi başladı.

Bugün, yalnızca Küçük Asya, Trakya ve Pontus’taki Yunanlılar arasında büyük bir coşku yaratmakla kalmadı; aynı zamanda yaklaşık iki milyon kişinin atalarının kadim topraklarından koparılmasının ve yok edilmesinin yolunu açtı.

Bu yıldönümünü, ulusal ve politik bir görev olarak değerlendiriyorum. Bu, sadece kutsal topraklarda kemiklerini bırakanlara olan bir borç değil; aynı zamanda, yazının yazarı da dahil, mübadele ve zorunlu göçün zorlu koşullarını deneyimlemiş olan herkese bir borçtur. Bu yazıyı yazma amacı, şu üç ana hedefe hizmet etmektir:

  • Bu ulusal felaketin – ülkemizin modern tarihindeki en büyük felaket – koşullarını kısaca tanımlamak, nedenlerini ve sonuçlarını genel hatlarıyla açıklamak.
  • Sorumluları belirlemek ve doğru sonuçlar ile dersler çıkarmak, bunları şimdiki ve gelecekteki zamanlar için yararlı hale getirmek.
  • Bazı özel görevleri vurgulamak.

Sorunun daha iyi anlaşılması için, özellikle konuya aşina olmayanlar açısından, kötülüğün köklerinin Birinci Dünya Savaşı sırasında (Eylül 1914 – Kasım 1918) başladığını baştan netleştirelim.

1915’te İngiltere zor bir durumda bulunuyordu. Batı cephesindeki savaşlar, dönemin büyük güçleri olan Kayzer Almanya’sı, Franz Joseph’in Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve o dönemde onlarla iş birliği yapan Kral Victor Emmanuel’in İtalya’sı lehine gelişmekteydi.

Zor Koşullar ve İngiltere’nin Stratejik Duruşu

Bu zor durumu daha da kötüleştiren bir diğer etken, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşın sonuna kadar bu güçlerle (Almanya ve Avusturya-Macaristan) müttefik olmasıydı. Türkiye’nin coğrafi konumu, özellikle o yıllarda, stratejik olarak büyük bir önem taşıyordu. Türkiye, Yakın Doğu ve Orta Doğu’ya açılan bir kapı, aynı zamanda İngiliz İmparatorluğu’nun en kalabalık ve en zengin sömürgesi olan Hindistan’a erişim için bir anahtardı.

Bu stratejik önem, o dönemde pek çok şekilde doğrulanmış ve hatta İngiltere’nin Dışişleri Bakanlığı’ndaki üst düzey yetkililer tarafından da kabul edilmiştir. Örneğin, Harold Nicolson, Aralık 1920’de İngiltere Dışişleri Bakanı’na sunduğu bir memorandumda şu dikkat çekici ifadeleri kullandı:

Yunanistan’ı desteklememizin nedeni duygusal bir dürtü değil, aksine Hindistan’ı ve Süveyş Kanalı’nı korumaya yönelik geleneksel politikamızın doğal bir yansımasıydı. Bir yüzyıl boyunca Türkiye’yi, Doğu Akdeniz’deki ilk savunma hattı olarak gördüğümüz için destekledik. Ancak, güvenilmez bir müttefik olduğu kanıtlandı ve bu yüzden ikinci bir savunma hattına geçtik. Coğrafi açıdan Yunanistan’ın konumu hedeflerimiz için eşsizdir.”

Bu değerlendirmeler, İngiltere’nin muhafazakâr hükümetini (Başbakan Asquith) derinden düşündürdü ve Yunanistan’ı kendi taraflarına çekme kararına yol açtı.

Yunanistan’ın Tutumu ve Kral Konstantinos’un Politikası

Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında, Yunanistan tarafsız bir duruş sergiliyordu. Kral Konstantinos, Yunan tahtına oturduktan sonra babası Kral Georgios I’in izlediği geleneksel İngiliz yanlısı politikadan uzaklaştı. Almanya’ya sempati duyuyor olsa da, onunla bir ittifaka girmedi. Bunun nedeni, böylesine kritik bir meselede bir ittifakın aşılmaz zorluklarla karşılaşacağını anlamış olmasıydı.

Bu nedenle, ulusal çıkarlar açısından daha uygun görülen tarafsızlık politikasını tercih etti. Bu politika, Yunan halkı tarafından da onaylanıyordu.

Genel hatlarıyla durum bu şekildeydi.

İngiltere’nin Politikası ve Yunanistan’ın Rolü

İngiltere, o dönemdeki tarafsızlık politikasından Yunanistan’ı çekip çıkarmak ve halkını kendi stratejik çıkarları için kullanmak istiyordu. Bu amacı gerçekleştirebilmek için İngiltere, dönemin Yunan Başbakanı Eleftherios Venizelos’a, Yunanistan’ın İtilaf Devletleri’ne (İngiltere, Fransa ve Rusya’nın oluşturduğu ittifak) katılması durumunda İzmir’in Yunanistan’a bırakılacağı sözünü verdi.

Venizelos, İngiltere’nin bu teklifini büyük bir memnuniyetle kabul etti. Çünkü yalnızca İngiltere’ye olan sempatisi değil, aynı zamanda temsil ettiği Yunan burjuvazisinin çıkarları da bu politikayı destekliyordu. Bu burjuvazinin büyük bir kısmı İngiliz sermayesiyle iş birliği içindeydi ve ona bağımlıydı.

Venizelos’un Sarayla Çatışması ve İç Savaş

Bu politikayı hayata geçirebilmek adına Venizelos, sarayla ciddi bir çatışmayı göze aldı. Hatta, Selanik’te ayrı bir hükümet kurarak kendi yönetimini oluşturdu. Bu durum, bir iç savaşın patlak vermesine neden oldu. Ortaya çıkan kaotik ortam, İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusya’sı gibi dış güçler tarafından uygun bir şekilde manipüle edildi ve Yunanistan’ın iç işlerine doğrudan müdahale edildi.

Sonunda, Kral Konstantinos tahtından indirildi.

Savaş Sonrası ve İtilaf Devletleri Arasındaki Çatışmalar

Birinci Dünya Savaşı, 11 Kasım 1918’de sona erdiğinde, galip gelen İtilaf Devletleri arasında savaş ganimetlerinin paylaşımı gündeme geldi. Ancak bu süreç, galip devletler arasında ciddi çelişkilere yol açtı. İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD’nin oluşturduğu Müttefik Yüksek Konseyi tarafından hazırlanan metin üzerinden bir uzlaşmaya varıldı.

Fakat bu uzlaşma, temelde geçici bir çözümdü ve İtilaf Devletleri arasındaki çıkar çatışmalarını tamamen çözememişti. Bu durum, ilerleyen süreçteki karmaşık olayların temelini oluşturacaktı.

Yorum, görüş ve önerileriniz