NİKANDROS KEPESİS – 75 YIL SONRA DOĞDUĞUM YERDE 1998 / DÜZENLEYEN: TUNÇ TOKAY (4)
BÖLÜM: 4
Etnik köken, milliyet ne olursa olsun, savaş alanlarında şehit düşen, kamplarda ve esaret altında işkenceye uğrayan. Özgürlük, Demokrasi ve Barış için şiddete ve savaşa karşı mücadele eden herkese adanmıştır. Nikandros Kepesis
**
Aracın arka kapıları açıldı, Hatzidoulis ailesinin üç üyesi soldaki kapıdan indi. Sağ taraftan ise Azime çıktı ve hemen Pindaros’un kapısını açıp onu elinden çekti.
– Çıkın, Bay Pindaros!” diye seslendi Elefteria. O anda Pindaros, Azime’nin İngilizce konuşmaya çalışarak, onlarla bir şeyler “planladığını” anladı.
Taksi ücretini Elefteria ödedi. Azime ise Pindaros’u elinden tutarak önden yürümeye başladı.
O zaman her şeyi net bir şekilde anladı. Azime onları “ağırlamak” için evine götürüyordu.
Tek katlı küçük ev, Azime’nin evi idi. Avluda bir asma vardı, salkımları o kadar alçaktı ki ziyaretçi istediği zaman kolayca uzanıp alabilirdi.Başında kırmızı olmayan bir fes taşıyan yaşlı bir adam, grubu gördüğünde ayağa kalktı.
– Babam! dedi Azime. Yaşlı adam ise seyrek sakalı ve beyazımsı bıyıklarıyla gülümseyerek herkesi kucaklayıp öperek selamladı.
Türk misafirperverliğinin geleneksel karşılaması!
Selamlaşma bitene kadar Azime, odaya girip eteğini değiştirmişti. Giydiği şalvar ile çok daha esnek ve çevik bir hâle gelmişti. Böylece büyük bir istekle işe koyuldu. Hızlıca yemek hazırlaması gerekiyordu.
Pilav yaptı, üzerine baharat olarak kavrulmuş çam fıstığı koydu. İmam bayıldı hazırladı (tam anlamıyla Türk yemeği, adı da bunu ifade eder: “Bayıldı”, yani İmam çok yediği için bayılmış). Ayran yaptı (su ile sulandırılmış yoğurt). Fırında pişirilmiş ekmeği kesti. Çok alçak bir masa kurdu ve yemek servisine hazırlanırken, genç bir adam odaya girdi. Azime mutfaktayken, o, tek tek herkesi selamladı. Azime’ye hiçbir şey sormasına gerek kalmadan, misafirleri karşıladığı belliydi. Gelen misafirler geleneklere göre saygı duyulan kişilerdi.
Tüm misafirleri, Hacizdoulis ve Pindaros’un sağ elini öperek kucakladı. Sadece öpmekle kalmadı, el üstünü ağzına götürdü ve ardından alnına dokundurdu. Bu, derin bir saygının ifadesiydi.
Pindaros’un hissettiği duygu, sadece bu farklı dinden ve milletten olan kişinin davranışıyla değil, aynı zamanda insanlık onurunun bu kadar güzel bir şekilde ortaya konmasıydı.
Pindaros’un hafızasında, 76 yıl önce anneannesinin Bekir Ağa’nın evinin önünde söylediği sözler canlandı: “Bu eve Pindaraki’m, beni büyükbabam da getirirdi…”
Herkes yemek için masaya oturdu. Azime birkaç kelime dışında neredeyse hiç İngilizce bilmiyordu; grubun hiçbir üyesi ise Türkçe bilmiyordu. Pindaros’un birkaç kelimesi, en temel şeyleri bile ifade etmeye yetmiyordu. Ancak her iki tarafta da iletişim kurma isteği vardı… Ve bu duygusal bağ tam anlamıyla herkesin arasında sağlandı.
Yemek biter bitmez Azime meyve getirdi. Grup meyve yerken, Azime evindeki fotoğrafları çıkarıp yere serdi ve hepsini teker teker gruba gösterdi.
Diyelim ki toplam otuz fotoğraf vardı; bunların yirmi beşi, damadı ve çocuklarıyla, yeni evli çift olarak kızına aitti. Fotoğraflardan Pindaros, Azime’nin sadece bu bir kızı olduğunu anladı. Bu kız her konuda başarılıydı ve üç çocuğu vardı: iki erkek ve İngilizce bilen kafedeki küçük kız.
Azime’nin tüm davranışları, sıradan bir arkadaşlık ilişkisinin çok ötesindeydi. Hatta akrabalıktan bile daha derin bir yakınlık gösteriyordu. Eleftheria, daha köydeyken ufak bir yalan söylemişti. Pindaros’u babası, Niko’yu ise oğlu olarak tanıtmıştı. Bu, zararlı olmayan, hatta tam tersine faydalı olan masum bir yalandı.
Azime, uzak bir yerden yeni gelmiş ve yakında geri dönecek olan yakın akrabalarına davranır gibi davranıyordu. Bir ara bir kalem aldı ve bir not defterinin yaprağına “51” yazdı. Bu, onun yaşıydı. Ardından “76” yazdı, bu da kocası İsmail’in yaşıydı. Babası Osman’ın yaşını ise ne Azime söyledi ne de birisi sordu.
Meyve ve tüm bu açıklamalar bittikten sonra, Azime grubu avluya, asmanın altına kahve servisi için davet etti.
Kahveden önce, herkes sağlık için kadeh kaldırdı. Azime’nin babası Osman aralarında yoktu; dinlenmek için uzanmıştı. Eleftheria, yanında getirme özeni gösterdiği bazı hediyeleri verdi. Bunları 1974’te tanıştığı çoban ve Ayşe’ye vermek için almıştı.
Bir süre sonra Pindaros, saatine baktı ve taksi çağırmaları gerektiğini söyledi.
Taksi gecikmeden geldi ve en duygusal an başladı: Kucaklaşmalar, öpüşmeler ve gerçekten kardeşçe bir vedalaşma. Ve sadece bu değil. İnanılması zor gelse de gözyaşları da…
– Ağlamayın, gelecek yıl tekrar geleceğiz, dedi Pindaros ve grup hem sözleriyle hem de beden diliyle bu vaadi dile getirdi.
Pindaros, taksiye oturduğunda Azime’nin gözyaşlarını saklamak için elleriyle yüzünü kapattığını gördü.
Taksinin pencereleri açık bir şekilde “Kaya” oteline doğru yola çıktılar. Eleftheria, Nikos ve Pindaros, ellerini camlardan dışarı çıkararak, bu kadar sıcak ve iyi yürekli yeni Türk dostlarına veda ettiler.
Oteline dönen dördü de duygusal bir ruh hâlindeydi. Odalarına gidip uzandılar. Ancak Pindaros bir türlü uyuyamıyordu.
Aslında nasıl uyuyabilirdi ki… Harabe hâline gelmiş evlerinin verdiği duygusal yoğunluk yetmezmiş gibi, bir de ömrü boyunca unutamayacağı o korkunç rahatsızlık hissi onu tamamen ele geçirmişti. Zihninde dönüp duran tüm detaylara ek olarak, dışarıdaki arabaların kesintisiz trafiği ve sık sık duyulan müezzinin gür ve çınlayan sesi, ona huzur vermiyordu.
Sonunda saat altıda kalktı. Daha erken kalkıp Nikos’u, Avgerinos Hacizdoulis’in oğlunu, uyandırmak istemedi. Pindaros yatağın üzerine kıyafetleriyle uzanmıştı, bu yüzden hazırlanması uzun sürmedi. Akşam Livisi’ye gideceği için temiz bir gömlek giydi, kravatını bağladı, ayakkabılarını giydi ve biraz hatıra eşya almak için dışarı çıktı. Gideceği küçük dükkânı bir gün önceden not etmişti. Bu dükkân, ona Atina’nın Plaka semtini hatırlatan dar bir sokaktaydı.
On beş dakika içinde geri döndü, ancak Nikos’un orada olmadığını gördü. Muhtemelen büyükannesinin ve teyzesinin odasına gitmişti.
Tekrar dışarı çıkmak istemedi. Bunun yerine, küçük balkona çıkmayı ve oturup etrafı seyretmeyi tercih etti.
Öyle de yaptı. Sırtını kuzeye dönerek, bakışlarını hemen karşısında, yaklaşık yedi yüz veya sekiz yüz metre uzaklıkta bulunan seyrek çalılıklarla kaplı sakin tepeciğe çevirdi. Ancak kısa süre sonra, yoldan gelen araç kornaları dikkatini çekti. Yalnızca arabalar değil, insanlar da geçiyordu. Farklı yaş gruplarından, giyim tarzlarından ve yüz ifadelerinde insanlar… Erkekler ve kadınlar, tek başına ya da ikişer ikişer, hatta çocuklarıyla birlikte aileler… Farklı milletlerden ve dinlerden çocuklarla dolu aileler…
Bu farklılık hakkındaki sonucunu rastgele bir varsayıma dayandırmadı. Mantıklı ve doğal olarak, yolda yalnızca yerel Türklerin (Müslümanların) değil, aynı zamanda yabancı turistlerin de yürümesi beklenirdi.
Ancak turistlerin milliyeti hakkındaki bu genel ve belirsiz izlenim dışında, Pindaros’un vardığı bu sonuca dayanak sağlayan belirli bir unsur da vardı. Az önce hatıra eşyaları almak için girdiği turistik dükkânda, dükkân sahibi farkında olmadan ona bu bilgiyi vermişti.
Fiyatlar üzerine yapılan pazarlık sırasında dükkân sahibi, nihai kararını vermeden önce sordu:
–Nerelisin? Alman mı, İngiliz mi, Fransız mı?
İşte, “Kaya” otelinin önünden geçen bu çok uluslu, gelgit gibi hareketli insan seline dair belirli bir kanıt.
Ancak bu olayı hatırlamışken, tamamını anlatmak gerek.
Pindaros, dükkân sahibinin zihninde, kendisinin Yunan olabileceği ihtimalinin hiç oluşmadığını fark edince gülümsemişti Üstelik o, tam da bu bölgeden doğmuş bir Yunanlıydı; arabayla buradan güneye doğru sadece on beş dakikalık bir mesafede doğmuştu.
– Hayır, Greek, dedi pazarlık sırasında kullandığı kırık İngilizcesiyle.
Dükkân sahibi şaşırdı. “Greek” (Yunanlı) ne demek bilmiyordu. Pindaros ona nasıl açıklayabilirdi?
-“Yunan!” dedi. Türkçede Yunanlı böyle ifade edilirdi.
Ancak dükkân sahibi yine de şaşkındı, bu da Fethiye’ye nadiren Yunanlıların geldiğini gösteriyordu. Bu dükkândan hiç Yunanlı geçmemiş olmalıydı. Pindaros, kendini dükkân sahibine nasıl açıklayacağını düşündü. O sırada aklına bir fikir geldi.
– Rodos! dedi.
– Ah, evet!” diye hemen gülümseyerek cevap verdi dükkân sahibi ve hemen fiyatı düşürüp bir teklif sundu: 1.500 Türk lirası.
Pindaros, dükkân sahibinin bu “jestinden”, bu sıcak davranışından etkilenmeden edemedi. Dükkân sahibi, Rodoslulara – ve onların Yunanlı olduklarını biliyordu – dostane hislerini böyle gösteriyordu. Asıl anlamlı olan bu dostane davranıştı, yoksa yaptığı üç kuruşluk indirim değildi.
Ancak bu sohbet, Pindaros’a turistlerin etnik ve dini çeşitliliği hakkında net bir fikir verdi: Katolikler, Protestanlar, Anglikanlar ve daha niceleri… Ama Ortadoks Yunanlılar değil!
Bu düşünceler arasında zaman geçti ve Pindaros saati kontrol etti: 7.30 olmuştu. Yarım saat içinde hanımın (daha önce tanıştıkları bir kadın) eşi “Poseidon”dan gelecekti ve hazırlanmaları gerekiyordu. Tam o sırada kapı açıldı ve Niko içeri girdi.
– Tam zamanında geldin, dedi Pindaros.
– Evet, teyzem bana şimdi büyükanneyle aşağı ineceklerini söyledi.
Beş altı dakika içinde hepsi otelin girişindeki oturma alanında bir araya geldiler. Pindaros bir sandalyeye oturdu ve yoldan gelip geçenleri izlemeye devam etti. Bazıları aceleyle geçiyor, bazılarıysa sakin bir yürüyüşle ilerliyordu.
Bir ara yeniden saatine baktı.
– Sekize beş var. Bakalım arkadaşımız zamanında mı gelecek, yoksa bizi burada bekletecek mi?
Pindaros’un endişesi yersiz çıktı. Sadece birkaç dakika sonra, park halindeki arabaların arasından güler yüzlü, ince bir genç kızın geçtiğini ve kendisine doğru yaklaştığını gördü. Genç kız, güvence olsun diye otelin “Kaya” kartvizitini ona uzattı.
Pindaros saati kontrol etti: 7.59
– Hadi çocuklar, dedi Pindaros. Arkadaşımız geldi.
Hemen ayağa kalktılar ve karşı kaldırıma geçtiler. Orada, genç kızın babası onları arabasında bekliyordu.
İki üç dakika içinde yola çıktılar. İletişim kurmak için Niko ve genç kız İngilizcelerini kullanıyordu. Böylece, arabada bulunan altı kişi kolayca fikirlerini ve düşüncelerini paylaşabiliyordu.
Yol boyunca ilerlerken, bir noktada aracın hızı çok azalmıştı ve şoför, sola doğru giden yokuşu işaret ederek açıklama yaptı. Eski yolun, asfalt yoldan biraz daha yukarıda olduğunu söyledi.
– Buradan gitmiştiniz! dedi.
Burası, Pindaros’un düşündüğü yerdi, ayrılık günü, Makri’ye inerken kullandıkları yol. Birkaç kilometre sonra, şoför küçük bir yapıyı işaret etti.
– Burası su sarnıcı, dedi.
Evet burası, Pindaros’un hatırladığı sarnıç olmalıydı.
‘Belki de devlet, turizm hareketini artırmak amacıyla sarnıcı korumuş,’ diye düşündü Pindaros.
– Şimdi bunlar değişti. Modernize edildi. Yolcuların maşrapalarla su aldığı sarnıç (sarıza) yerine çeşmeler var.
Yaklaşık on dakika sonra, araç geniş bir virajda durdu. Şoför, ‘Şimdi ovayı göreceksiniz,’ diyerek, genişçe bir yüksekliğe çıkmalarını sağladı.
Burası, Pindaros ve tüm arkadaşlarının memleketlerinin bereketli ovasını tek bir planda görebilecekleri bir noktaydı. Tarım alanlarının renginden, her bir çiftçinin tarlasını farklı şekilde ektiği kolayca anlaşılabiliyordu. Mesela hepsi buğdayla ekilmemişti ve bazıları da tarlalarını aynı ayda ekmemişti. Oradan köye bakmaları uzun sürmedi. Yolcu koltuğunda oturan Pindaros, bir süre sonunda Stoumpo’yu fark etti. Livisi’nin en eski ve en güzel kilisesinin inşa edildiği, tepesi düz geniş bir yükseltiydi Stoumpo… Stoumpo’da, dükkânların bulunduğu en soylu mahalle yer alıyordu. Stoumpo’nun kuzey batısında ise Livisi’nin “kalesi” vardı.
Bu kaleden dolayı uzaklardakiler, tüm Livisi’ye “Kastro” da derlerdi. Stoumpo’nun batısında, daha aşağıda Pindaros’un bir süreliğine gittiği okul bulunuyordu.
– İşte çeşmeler! diye bağırdı Pindaros, yanındakilere, tam önünden geçerlerken.
Sözü daha bitmeden araba hızla sola dönerek Vounari’den geçti. Pindaros’un 75 yıl önce hatırladığı “deres”, yağmur yağdığında küçük ve büyük taşlarla dolup taşan, tarlalara akan bir derenin geçtiği yerdi. Hacı Avgerinos’un lichter’inin (kuyu) önünden geçiyordu. Şimdi ise asfalt olmuştu. Düğün alayı, öğleden sonra saat ikide bu yolu izlemişti.
Biraz sonra araba, Hacı Avgerinos’un lichter’inin (Kuyubaşı) önünde durdu.
– Bu kuyu, dedi şoför Türkçe olarak ve kızının yardımıyla devam etti, “bunu kapattılar”.
Lichter, betonla güzelce örtülmüştü. Bir demir makara vardı, kova inip çıkabiliyordu.
Ova yolunun başında, eskiden yaz aylarında Livisililerin kahve içip sohbet etmek için gittikleri kahvehanelerin bulunduğu yerde Pindaros, güzel ve küçük bazı evler fark etti.
– Bu evler 1974’te de var mıydı? diye sordu Pindaros.
– Hayır, dedi o. Şimdi, son zamanlarda yapılmış olmalı. Tıpkı kuyunun üzerinin örtüldüğü gibi.
Araba, lichter’in etrafında küçük bir dönüş yaptı ve Aşağı Panaya (Aşağı Kilise) yolunu tuttu. Oraya varmadan önce, sağda, yol kenarında parlak ışıklarla aydınlatılmış bir dükkânın önünde durdu.
– Bu, kardeşim, dedi şoför.
Türkçe birkaç şey söyledi ve adam, tüm gruba sıcak bir şekilde selam verdi.
Bir-iki dakika içinde herkes, küçük bir kafede uzun bir masanın etrafında oturmuştu. Masayı, üzeri masa örtüsüyle kaplanmış iki ya da daha fazla masayı birleştirerek hazırlamışlardı. Böylece hem grubu hem de iki ailenin diğer üyelerini sığdırabiliyorlardı.
Pindaros yerine oturur oturmaz, Ayia Paraskevi’den inmesine yardım eden iki küçük çocuktan küçüğü yanına geldi. Elini öpmek için eğildi, Pindaros, onu tüm başını kucaklarcasına sevgiyle öptü. Bu, Pindaros için o geceki en duygusal anlardan biriydi. O gece, herkes için unutulmazdı kuşkusuz.
Eleftheria, çantasını açtı, tıpkı tüm kalbinin açık olduğu gibi ve hediyeler dağıttı: Kadınlar için yasemin veya gardenya kolonyaları; erkekler için sigara, uzo ve başka hediyeler.
Böylece hem çevresine hem de dükkândaki daha geniş gruba neşe ve “minnet” hissi yaydı.
Pindaros’un sağında, şoförün babası oturuyordu. Büyükçe, yaklaşık 20×28 cm bir fotoğraf çıkardı. Bu fotoğraf, Aşağı Panaya’nın içinden çekilmişti. Fotoğraftaki kişi, onun babasıydı ama Pindaros, bu kadar çok benzediği için onu şoförün kendisi zannetti.
Bu sen misin? diye sordu Pindaros, pantomimle işaret ederek.
– Yok, baba! dedi şoför.
Pindaros’u en çok etkileyen şey, fotoğraftaki kişinin yüz ifadesiydi. Yüzü derinden etkilenmiş, hatta kutsal mekânın manevi atmosferinden adeta kendinden geçmiş birini yansıtıyordu. Dini farklı olsa da derin bir inanç sahibi olduğu izlenimini veriyordu. Pindaros kendi sonucuna vardı:
– Her iki aile de iyi, altın kalpli insanlar… Ve işte böyle insanlar, anneannemin bahçesinde, atalarımın alın teriyle sulanmış topraklarda yaşıyor.
Bu düşünceler arasında, fotoğraf bir elden diğerine dolaşıyordu; Maria’dan Eleftheria’ya, oradan Nikos Hatzidoulis’e geçiyordu. Sonrasında, Pindaros için çok daha etkileyici bir an yaşandı. Doğuya sırtı dönük otururken, batıdan, karanlığın içinden kırmızı bir ışığın yaklaştığını gördü. Grubun yaşadığı şaşkınlığı tarif etmek imkânsızdı. O kırmızı ışıklar yaklaştığında ve masanın üzerlerine bırakıldığında herkes hayrete düştü.
Bu, büyük yuvarlak bir tepsiydi. Tepsinin çevresinde küçük kaseler vardı; içleri oyulmuş domatesler, tıpkı dolma yapılırken olduğu gibi hazırlanmıştı. Her domatesin içinde, kandil gibi yanan bir fitil vardı ve bu, domateslerin kırmızı bir ışık yayarak adeta fener gibi parlamasını sağlıyordu.
Domateslerin üzerine daha küçük bir yuvarlak tepsi yerleştirilmişti. Bu tepside köfte, kuzu pirzola, ciğer, patlıcan ve daha birçok yiyecek vardı. Tepsinin tam ortasında uzun, kolon şeklinde bir bardak duruyordu. Bardak yarısına kadar yağla doluydu ve içinde yanan bir fitil bulunuyordu. Bardak kenarına dört dilim limon yerleştirilmişti ve onların üzerine, ortası delik bir kâse konmuştu. Kasanın üzerinde, uygun şekilde oyulmuş büyük bir domates vardı ve tepesinde küçük bir delik bulunuyordu.
Bu yaratıcı sunum, misafirlerin kalplerini neşe, hayranlık, duygu ve heyecanla doldurdu. Bu manzaraya alkış tutmamak mümkün değildi. İlk alkışı Pindaros başlattı. Ama sadece misafirler alkışlamadı, masadaki herkes bu mutluluğu paylaştı. Nasıl alkışlamasınlardı ki?
Bu coşkulu atmosferin ortasında, Pindaros eline su dolu bardağını alarak ilk olarak o kaldırdı.
Şerefe, dedi Pindaros, kadehini “şoförle” tokuşturarak. Böylece tüm bardaklar tokuşturuldu, bazıları bir değil, iki kez… Ve hemen ardından, itiraf etmek gerekirse oldukça nazik bir şekilde, uzun zamandır sitem eden mezelerin hak ettiği ilgiyi görmesi başladı. Mezelere bir an için unutuldukları hissine kapılmışlardı. Ancak kısa bir süre sonra bunun bir yanlış anlaşılma olduğu görüldü. Mezelere herkes gereken saygıyı gösterdi, hatta keşke daha fazlası olsaydı, dediler. Bu, harika atmosferde, yemek, içki ve sohbetle süslenen bir gün yaşandı.
Peki, dil bilmeden nasıl bir sohbet yapılabilirdi? Çünkü grupta kimse Türkçe bilmiyordu. Ancak, bir yanda İngilizce bilen Nikos vardı, diğer yanda ise kafenin sahibi kadın ve kızı yardımcı oluyordu. Tabii bir de Pindaros’un bildiği yirmi kadar Türkçe kelime… Pindaros, bunlardan bazılarını söylüyor, şoför ise karşılık gelen Yunanca kelimeleri Latin harfleriyle yazıyordu. Ama her şeyin ötesinde, iki tarafın da “açık kalpleri” neşeyi yaymaya yetiyordu.
Bu arada, Eleftheria da harika bir şekilde, hatta pantomimle bile iletişim kurmayı başarıyordu.
– Rodos!.. Kaya Köy, Rodos…!
Şoför bunu hemen kapıp tersine çevirerek tekrar etti:
– Kaya Köy, Rodos, Kaya Köy!
Bu coşkulu atmosferde, birden üç katlı bir servis tepsisiyle meyve sunuldu. Üzerinde üzüm salkımları, dilimlenmiş kavun ve karpuz vardı. Hepsi bu lezzetlerin tadına baktı.
– Hesabı getirsinler, kalkalım, dedi Eleftheria bir ara. Sonra yeğeni Nikos’a dönerek ekledi: Hadi Nikos, bunu İngilizce söyle.
Şoförün kafeyi işleten karısı bunu duyunca, itiraz etmek için elinden gelen her yolu denedi. Başını sağa sola salladı, ellerini yukarı aşağı hareket ettirdi, gözlerini kocaman açtı ve sürekli tekrarladı:
– Misafir! Misafir!
Eleftheria, ısrar etmemeliyiz, dedi Pindaros ve ellerini hareket ettirerek durumu onlara açıklamaya çalıştı.
– Tamam, tamam… (her şey yolunda demek istiyordu) dedi Eleftheria ve ortam sakinleşti.
Bunun ardından Eleftheria ayağa kalktı.
– Hadi bir şeyler almaya gidelim, dedi Pindaros’a. Turistik eşyalar var.
Pindaros onu takip etti ve alçak bir binaya girdiler. Binanın sağ köşesinde, birkaç küçük eşya, az ışık veren bir lambanın altında sergileniyordu.
Peki, bu bina neydi? Burası Manolis Kasapis’in eski kasap dükkânıydı. Pindaros’un teyzesi Evangelia’nın evi, üst katıyla birlikte yıkılmıştı, tıpkı onların odası (büyük oturma odası) gibi. Ancak dükkân, yani zemin kat, ayakta kalmıştı. Arkadaş canlısı Türk sahipleri, avludan, ahırın yanından uygun bir kapı açarak burayı kullanıma uygun hale getirmişti.
Pindaros gözlerini tavana kaldırdı ve dikkatlice baktı:
– Bak, Eleftheria, işte bak, dedi.
– Nereye bakayım, Bay Pindaros?
– Tavandaki şu yere, biraz sağa doğru… İşte burada, odamızda ocağımız vardı. Ben burada, 2 Şubat 1914’te doğdum, eski takvime göre Aziz Efthymios’un yortusunda…
**