NİKANDROS KEPESİS – 75 YIL SONRA DOĞDUĞUM YERDE 1998 / DÜZENLEYEN: TUNÇ TOKAY (2)
Tunç Tokay, Kaya Köyü / Livissi’nin geçmişine belge derlemeleri ve çevirileri ile ışık tutmaya devam ediyor. Bu kez Livissili bir ailenin oğlu olan Yunanistan’ın tanınmış siyaset adamlarından Nikandros Kepesis’in Fethiye ve Kaya Köyüne 75 yıl sonra yaptığı ziyaretin anılarının yer aldığı yazı dizisinin ikinci bölümünü fethiyedays.com okurlarının ilgisine sunuyoruz.
***
Etnik köken, milliyet ne olursa olsun, savaş alanlarında şehit düşen, kamplarda ve esaret altında işkenceye uğrayan. Özgürlük, Demokrasi ve Barış için şiddete ve savaşa karşı mücadele eden herkese adanmıştır. Nikandros Kepesis
**
17 AĞUSTOS SABAHI
17 Ağustos sabahı, Hoca’nın yankılanan ezan sesiyle grup uyandı. Otel sahibi – otuzlu yaşlarında bir avukat – ki Niko’ya söylediğine göre, bu yıl da oteli dört aylığına kiralamış, grubu yardımcı olmaya çalıştı. Taksi durağına telefon etti ve kısa süre sonra bir taksi geldi. Pazarlığı, yeğeni aracılığıyla İngilizce olarak, Eleftheria yaptı.
– İki milyon Türk Lirası. Bizi Livisi’ye (şimdiki adıyla Kaya Köy) götürecek. Orada bırakacak, parasını alacak ve belirlediğimiz saatte geri gelip bizi alacak. Grup içinde hiç kimse buna itiraz etmedi… Sabah saat 10 civarında, “Vounari” (Livisi’de bir meydan) denilen yere ulaştılar. Pindaros, taksiyi orada durdurmayı tercih etti. Oradan, evine daha kısa ve hızlı bir şekilde ulaşabilecekti. Taksiye, çeşmelerin önünde de durmasını söyleyebilirdi ama neden grup beş-altı dakika fazla yürümek zorunda kalsın ki? Yolun karşısında, “Vounari”nin sağında, büfeye benzeyen bir yer vardı. Muhtemelen bir bakkal dükkanıydı; içinde limonatalar ve üstünde büyük bir Türkçe tabela bulunan bir yerdi. Taksiden indiler. Ödemeyi Eleftheria yaptı ve buluşma saati belirlendi.
– Öğleden sonra saat iki’de burada buluşacağız.
x x x
Pindaros, eski evinin (Kepesis’in çocukluğunun geçtiği ev, Aşağı Kilise çan kulesinin karşısındaki evdir.) yıkıntılarının önünde durdu ve duygularının onu tamamen sardığını hissetti. Hatıralar, sanki zaman geri dönmüş gibi, inanılmaz bir canlılıkla gözünün önüne geldi. Köpeği Roza’yı hatırladığında, bakışlarını ve göç anını yeniden yaşadı. Sadık Roza’nın, ona şaşkın ve sessiz bir sevgiyle bakan gözleri… Bu görüntü, onun hafızasında silinmez bir iz bırakmıştı.
Yıkıntıların etrafında yavaş ve ağır adımlarla yürüdü. Her adımı, o toprağın taşıdığı ağır tarihi ve acının yankısını hissettiriyordu. Toprak değişmişti, ev artık yoktu, ama hatıraları maddi gerçeklikten daha güçlüydü. Bir zamanlar pencereleri süsleyen yaseminler ve karanfiller, sanki hayal gücüyle yeniden çiçek açıyordu.
“Roza’m nereye gitti?” diye düşündü. İçinde bir yerde, cevabı biliyordu. O da diğer her şey gibi yok olmuştu, ama sevgisi hâlâ canlı ve kalbinin bir köşesinde saklıydı. Bu, bu topraklarda yaşanan acılardan sadece biriydi.
Arkadaş grubu, biraz uzakta sessizce duruyordu, bu anı saygıyla izliyorlar, o anda Pindaros’un sözlere ihtiyacı olmadığını biliyorlardı. Onun sadece hissetmeye, haksızca elinden alınan geçmişi yeniden yaşamaya ihtiyacı vardı. Bu, ona her şeyin değişmesine rağmen, bazı değerlerin ve duyguların sonsuza dek kalıcı olduğunu anlamasını sağlayan bir zaman yolculuğuydu.
– Peki Bay Pindaros, dedi bir ara sol tarafından gelen ve Pindaros’un düşünce akışını aniden bölen Elefteria Haciduğlu’nun sesi, evinizi buldunuz mu?
– Eğer gördüğün bu harabeyi bir ev olarak sayıyorsan, Elefteria! Yine de, işte burası bizim evimizin yıkıntısı, dedi Pindaros, derin bir hüzünle.
Bu sırada Elefteria’nın annesi ve fotoğraf makinesiyle Niko da yanlarına geldi. Niko, harabeleri kadraja alıp Pindaros’u, Elefteria’yı ve annesini çektikten sonra aşağıdaki Panagia kilisesine doğru ilerledi.
O an, Pindaros kilisenin çan kulesinin olmadığını fark etti. 1952 yılında Kalliopi Musaiou buraya gelip Livisi ve Makri’den birçok fotoğraf çektiğinde kule hâlâ yerindeydi. Tabii ki çanlar ve mermer basamaklar yoktu. Ama çan kulesi, bir iskelet gibi, oradaydı.
– Çan kulesi buradaydı, dedi Pindaros Elefteria’ya, evimizin köşesinden altı-yedi metre uzakta. Şimdi ise hiçbir şey kalmamış.
Bu sırada sağ tarafa dönüp çatısız ve kapı-penceresiz bir ev gösterdi.
– İşte, bu Papaduli’nin, anneannemin kuzeninin evi. Savas ve Nikos Papapolitis’in büyükannesi, Sotiris’in büyük büyükannesi buradaydı.
– Sotiris Papapolitis’i tanıyorsun, değil mi Elefteria? dedi.
– Nasıl tanımam, hem de çok iyi tanıyorum, diye hemen yanıtladı Elefteria.
– Papadulis’ti Savvas, ama belli ki “Dulis” kısmını sevmediği için “Politis” yaptı. Sizse Haciduğlu olarak kaldınız… Gayet iyi. Ama başka bir şey söylemek istiyorum: Papaduli’nin evi tek katlıydı, bu yüzden bizim ev gibi tamamen yıkılmamış. Bizim ev iki katlıydı ve zemin katın ahşaplarını bile sökmek için komple yıkmak zorunda kalmışlar… Ve işte sonuç, dedi ve evin batı tarafındaki yıkıntıları işaret etti.
-Boş ver… Tabii ki üzücü, dedi Pindaros, “ama benim üzüntüm başka ve siz bunu biliyorsunuz… Diğer her şeyi, ne kadar can sıkıcı olursa olsun, görmezden geliyorum. “Maria, Pindaros’un karısının ölümüne duyduğu üzüntüyü anladı ve anlayışla yanıt verdi:- Tabii ki haklısınız, Bay Pindaros, ama üzüntüyle bir şey değişmiyor. Geri gelmiyor. Bu yüzden hasta olmamaya dikkat edin. Sizin üzüntünüzü biliyorum, anlıyorum. Ben de kocamı kaybettim, hem de çok genç yaşta, otuz dokuz yaşındaydı ve beni iki çocukla bıraktı, Bay Pindaros.”
– Ah, bakın, dedi Eleftheria sözünü keserek, “kilisenin taş duvarının karşısında bir kapı görüyorum.”- Gerçekten de bu kapı biz buradayken yoktu, dedi Pindaros. “Taş duvarın doğu tarafında kapı yoktu. Hadi bakalım.”
Pindaros sözünü bitirmeden, Eleftheria ve Nikos çoktan oraya gitmişti bile. Pindaros ve Maria onları takip etti.Pindaros en son geçti. Eleftheria onun giriş biletini kestirmişti bile…
İçeri girdiğinde, yaklaşık beş metre ileride kutsal alanın dış cephesini gördü.- Ah, işte ceviz ağacı,” diye bağırdı Eleftheria ve Pindaros’un sağ tarafa bakmasını sağladı. “1974 yılında, iki-üç ceviz topladım. O kadar cevizi yanımda gelen amcam da toplamıştı…”
Pindaros oraya doğru ilerledi. Gözleriyle avluyu ölçmek ister gibi etrafına bakındı ve kendi kendine mırıldandı:- Çocukluk hatıralarımda avlu daha büyüktü, ben de bunu ‘Hafızanın Derinliklerinden’ adlı kitabımda bu şekilde yazmıştım.” Ve avlunun taş döşemelerini hatırlayınca neredeyse bağırdı: Avlunun taş döşemelerine ne oldu?”Ama cevap kendiliğinden ve hemen geldi:- Onca yılın kışları ve yazları, onları dokunulmadan bırakmış olamaz. Ne on ne de yirmi yıl geçti… O zamandan bu yana üç çeyrek yüzyıl geçti!”
Bu düşüncelerle Pindaros, ceviz ağacının tam karşısındaki kilisenin girişine doğru ilerledi. Eşiği geçtiğinde yerde “1888” yazısını okudu. “Anlaşılan kilise, annem doğmadan üç-dört yıl önce tamamlanmış,” diye mırıldandı ve içeri doğru ilerledi.
Hatçidouli anne ve kızı, işlenmiş mermer ikonostasın önünde duruyorlardı. Torun ise kilisenin içini kamerayla çekiyordu.
Pindaros, “Pantokrator” freskinin altında durdu ve kutsal mekânın penceresinden içeriye dolan parlak ışığa baktı. Işık, güçlü bir projektör gibi parlıyordu. Bu aydınlanma, kilisenin ikonostasından ve duvarlarından ikonaların çıkarılmış olduğunu daha belirgin hale getirdi. Pencerelerin çerçevelerinden renkli camlar sökülmüştü. Aynı şekilde ceviz ağacından yapılmış kürsü, kutsal girişteki kapı, ilahi kitaplıklar, kutsal masa ve tüm oturma yerleri de yerinde yoktu. Mermerden yapılmış başpiskopos tahtı bile yerinden sökülmüştü.
Buna rağmen, kilisenin cazibesi Pindaros’un kalbindeki gibi yıllar boyunca bozulmadan kalmıştı.
Ve işte garip olan da buydu; sanki daha dün kilisedeymiş gibi hissetti. Kalbinde yuva kurmuş olan sevgi bu kadar büyüktü. Küçük bir çocukken, Pindaros’u kaybeder, ya da nerede olduğunu bulamazsan, kesinlikle kilisede olurdu…
Kato Panagia, bir müzeye dönüştürülmüştü. Bahçenin dış kapısının yanında, Papaduli’nin taş duvarına bitişik bir müze görevlisi bilet kesiyor ve kartpostal satıyordu. Kartpostallardan birinde Kato Panagia’nın fotoğrafı vardı…
Eleftheria aceleciydi; bir an önce Agia Paraskevi tepesine çıkmak ve diğer her şeyle birlikte dedesinin inşa ettiği değirmeni görmek istiyordu. Bu yüzden Pindaros’a, dedesinin evi olan Antonis Pirlimbu’nun – papazın karısı olan büyükannesinin kardeşi- evine uzaktan bile bakma fırsatı verilmedi.
Eleftheria, oteldeyken bile Livisi’nin batısında, derin mavi Likya Denizi’nin göründüğü Afkoula’ya (Afkule Manastırı) gitmeyi reddetmişti. Bu nedenle Pindaros, bu konuda ısrarcı olamazdı. Eleftheria’nın Agia Paraskevi’ye olan telaşına da karşı koymadı. Onu takip etti ve bir ara ona yetişti. Taş döşeli yolu Agia Paraskevi’ye doğru tırmanmaya yeni başlamışlardı ki;
– Bir baston alsaydık iyi olurdu, dedi birden Eleftheria, Pindaros’a.- Aklımdan geçeni söyledin, diye yanıtladı Pindaros ve döndüp ona baktı.
Eleftheria, yalnız yaşayan, enerjik bir kadındı. Bunun yanı sıra oyuncu, “Pire Filoloji Derneği”nin, başkanı Hatzimanolakis’un sekreteri ve aynı zamanda bir dağcıydı – bu sıfatını Pindaros, kendi ağzından o anda öğrendi.
Hafif giysiler içinde, sırtında küçük bir sırt çantası, geniş kenarlı modern bir şapka takmıştı; şapkanın kenarı gözlük takılı gözlerine güzel bir gölge sağlıyordu.
Bir ara Nikos, kamerasıyla öne geçti ve yukarıdan Eleftheria ile Pindaros’un görüntüsünü çekti.
Güneş çok yakıcıydı. Pindaros, boynunun arkasında bunu daha yoğun hissediyordu. Rahatsızlığını biraz hafifletmek için giydiği hasır şapkayı arkaya doğru daha da kaldırdı. Elinde plastik bir torba tutuyordu; içinde küçük bir şişede kahve vardı.”Ne tuhaf,” diye düşündü Pindaros. “Yetmiş beş yıl önce bu yolu çocukken yürümek, şimdi olduğundan daha kolaydı… ‘Acaba gerçekten öyle mi yoksa iyi hatırlamıyor muyum?’ diye merak etti.
Küçük Pindaros, bu taş döşeli yolu çok kez tırmanmıştı; Vai’ye (Soğuk Su koyu) gitmek, dalgalarla oynamak, denizkestaneleri, midyeler ve istiridyeler toplamak için… O zamanlar hiç zorluk çektiğini hatırlamıyordu. Demek ki yıllar etkisini göstermişti. Çocukken bu yolu tırmanmak daha kolaydı. Çocuklar daha esnek oluyor… Ve ne kadar büyüyüp boyu uzamış olursa olsun, Pindaros’un çocukluk esnekliğini koruyamadığı açıktı. Bunun ötesinde, yol da daha bozuk hale gelmişti .Pindaros’a göre, taş döşeli yolun yapıldığı taşlar (kaldırım taşları) yerlerinden kalkmış gibiydi. Bu da yürümeyi zorlaştırıyordu. Yetmiş beş yıl… Kışlar ve yazlar, yolun eskisi gibi kalmasını imkânsız hale getirmişti.
Tabii ki, Pindaros’un yaşıyla -ve ne yıllar!- Nikos ve Eleftheria’nınki bir değildi. Onlar, çalılık bir patikadan sağa doğru dönüp rahatça ilerliyorlardı. Pindaros ise taş döşeli, dik bir patikayı takip etti; önce sola, sonra hemen sağa keskin bir açıyla döne döne yukarı çıkmaya çalışıyordu.
Tüm bu zorluklara rağmen, Pindaros yorgunluk hissetmedi. Nefes darlığı da çekmedi. Zirveye yaklaşmıştı. Taş döşeli yolun bittiği, oldukça kayalık “sırt çizgisine” az bir mesafe kala, bir İngiliz çift gördü. Genç bir kadın bir kayanın üzerine oturmuş, doğanın keyfini çıkarıyordu. Genç erkek arkadaşı ise biraz ilerde ayakta duruyordu.
Pindaros heyecanlanmıştı; doğduğu yer bir turistik mekân haline gelmişti! Genç kadına “Fransızca biliyor musunuz?” diye sordu Pindaros, Hugo’nun dilinde.- Biraz biliyorum, diye cevapladı kadın, ellerini kayaya dayayarak.- Ben de az biraz biliyorum ama size şunu söylemek istiyorum, dedi Pindaros, belli bir gururla, “seksen yıl önce burada doğdum. “Bravo! Bravo!” diye bağırdı İngiliz kadın, ellerini çırparak ve yüzündeki gülümseme kulaklarına kadar taşarak. Yuvarlak yüzü, dolunay gibi parlıyordu… “Bravo! Ve bunu hiç belli etmiyorsunuz. “Son söz, Pindaros’u çok mutlu etti ve ona daha fazla cesaret verdi. Yürüyüşüne devam etti.
Önünde hala oldukça engebeli bir yolda, yaklaşık üç yüz metre kalmıştı. Vardığında, Vai’yi görebilecekti…