NİKANDROS KEPESİS – 75 YIL SONRA DOĞDUĞUM YERDE 1998 / DÜZENLEYEN: TUNÇ TOKAY (1)
Tunç Tokay, Kaya Köyü Livissi’nin geçmişine belge derlemeleri ve çevirileri ile ışık tutmaya devam ediyor. Bu kez Livissili bir ailenin oğlu olan Yunanistan’ın tanınmış siyaset adamlarından Nikandros Kepesis’in Fethiye ve Kaya Köyüne 75 yıl sonra yaptığı ziyaretin anılarını bir yazı dizisi olarak fethiyedays.com okurlarının ilgisine sunuyoruz.
***
Etnik köken, milliyet ne olursa olsun, savaş alanlarında şehit düşen, kamplarda ve esaret altında işkenceye uğrayan. Özgürlük, Demokrasi ve Barış için şiddete ve savaşa karşı mücadele eden herkese adanmıştır. Nikandros Kepesis
ÖNSÖZ
Küçük Asya felaketi gerçek bir ulusal felakettir. Sebeplerini ve sorumlularını ciddi bir şekilde inceledim. Hem ders verdim hem de makaleler yazdım. Bunlardan en önemlisi 1984’te COMUNIST REVIEW’da yayınlanan makaledir (sayı 5). Felaketin 75. yılı münasebetiyle bu kitabı yayınlamayı düşündüm. Makale, bu kitabın ana ve en önemli kısmı olacak ve bu yazıya, köklerinden sökülmesinden 75 yıl sonra memleketim Livisi -Likya’ya yaptığım ziyaretten edindiğim izlenimleri anlatan bir metinle desteklenecek, bunun yanı sıra başlıktan da anlaşılacağı üzere başka metin, konuşma ve yazılarıma da yer verilecektir. Bu kitabımın okuyucu kitlesinin, özellikle de Anagnostristlerin ve Küçük Asya kökenli Pontus ve Trakya kökenli okurların da beğenisini kazanacağını ve ilgisini çekeceğini umuyorum.
Nikandros Kepesis
75 Yıl Sonra
17 Ağustos, Pindaros için anlamlı bir gün – kanla yoğrulmuş Kokkiniya için de unutulması mümkün olmayan bir gün – çünkü halkın tarihine, Mücadele’nin Şehitliği olarak geçti. Kokkinia’nın Büyük Ablukası’nda, öldürme ve işkence yeri olan Agia Kseni’nin Avlusu, ölüm ve işkence alanı olarak anıldı.
Bugün, 1975’ten bu yana Pindaros Hadjiavgerinos’un bu anma törenine katılmadığı ilk gündü. Alman işgalciler ve onların işbirlikçileri tarafından katledilen pek çok delikanlı ve iki kahraman kadının anısına adanmış bir gün. Bu kutsal günün yıl dönümünde Pindaros, doğduğu yere – Küçük Asya’daki Likya’nın Livisi köyüne – gitmişti. Çünkü yetmiş beş yıl sonra ilk kez bu fırsatı bulmuştu. Gözleri önünde, doğduğu evi gördüğünde şaşkın ve kaybolmuş bir haldeydi; ilk kez güneşi gördüğü ve dünyayı tanıdığı evin önünde öylece duruyordu. Gözü yaşlı ve karmaşık duygular içindeydi, özellikle sürgünün son anlarına dair tüm sahneler gözlerinin önünden bir bir geçiyordu.
Hafızasının derinliklerinden büyükannesinin – annesinin annesi– sesi sanki yankılanıyordu: “Tanrı’nın isteği bu, Pindaraki’m… ve kimse buna karşı çıkamaz. Tanrı’nın isteği! Büyüdüğünde, belki onun isteği olur, her şey yoluna girer ve aileni de alıp geri dönersin…”
Ve işte onu derinden sarsan bu son beş-altı kelime… Hıçkırıklarını büyük bir zorlukla bastırır. Bastırır çünkü yalnızlığının ıssızlığına kendini kaptırmaktan korkmaktadır! Ailesi yok. Sevdiği ve sevildiği, bir aile kurmak istediği tek kişi artık hayatta değil. Geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktı… gitti ve o burada, ıssızlığının enginliğinde tek başına…
Evet, hayatını adadığı ideallerine destek için, halkına olan görevinin bilinci, onu, onunla birlikte gitmekten alıkoydu. Yaşaması, mücadele etmesi ve onu hatırlaması gerekiyordu, ta ki zamanı doğal olarak gelene kadar.
x x x
Pindaros’un memleketini ziyaret etme arzusu uzun yıllardır devam ediyordu… Özellikle son beş yılda bu istek daha da belirgin hale gelmişti. 1997 yılında bu seyahat için iki alternatif çözüm vardı. Ancak Pindaros, kesinlikle Eleftheria Hatzidouli ile gitmeyi tercih etti.
Eleftheria’nın seyahat için uygun zamanı 13 Ağustos’ta başlıyordu… Lafı uzatmadan anlatayım. Pindaros, Eleftheria’nın annesi Maria tarafından Rodos’taki evlerinde misafir edildi. 16 Ağustos’ta Maria, Eleftheria ve Avgerinos’un oğlu Nikos Hatzidoulis, bir “yunus” (sürat teknesi) ile sabah saat 10.30 civarında karşı kıyıdaki Küçük Asya’nın sahil kasabası Marmaris’e ulaştılar. Oradan otobüsle, yaklaşık üç buçuk saat süren bir yolculuğun ardından Fethiye’ye geldiler. Türkler, Likya’nın antik kenti Makri’ye, yani Telmessos’a, artık bu ismi veriyor.
Yolculuğun ayrıntılarını anlatmalı mıyım? Bu, bilgim olmayan bir alana girmemi gerektirirdi. Ayrıca, okuyucuyu sıkmamak adına bu tür ayrıntılardan kaçınmak istiyorum. Bunun yerine, başka tasvirlerle ilgilenmelerini sağlayacağım. Yine de birkaç gözlemimi aktarmak isterim.
Fethiye’ye doğru yolculuğun ilk saati dağlık bir güzergâhtan geçiyordu. Görünüşe göre, yol mühendisleri arazi kıvrımlarını başarıyla kullanmışlar. Bu nedenle virajlar oldukça yumuşaktı. Pindaros, bu yolculuk boyunca çam ağaçlarını hayranlıkla izledi. Beş gün önce bölgede bir yangın çıkmış olmasına rağmen hiçbir izine rastlamadı. Bu, komşu ülkenin itfaiyecilerinin etkili bir şekilde harekete ettiğini gösteriyordu. Alevler Marmaris “ten oldukça uzakta tutulmuştu.
Otobüsler trafik kurallarına tam olarak uyuyordu. Ayrıca seferler tam belirtilen saatlerde, büyük bir doğrulukla yapılıyordu. Şoförlerin hepsi gençti! Ve istisnasız bir şekilde beyaz gömlek giymiş ve siyah kravat takmışlardı.
Pindaros’un dikkatini çeken bir şey, şoförlerin (Marmaris’ten Fethiye’ye ve dönüşte) kimseye bilet vermemeleriydi. Bu durum onu düşündürdü: “Peki, gelirlerin kontrolü nasıl yapılıyor olabilir? Yoksa şoförler otobüsleri kendi mülkleri olarak mı işletiyor, ya da kiralık olarak mı kullanıyor? Aksi takdirde, bilet vermeden para almalarını açıklamak mümkün değil!”
Öğleden sonra saat iki civarında otobüs, Fethiye’de büyük bir meydanda durdu. Bizim KTEL’imiz (Peloponez bölgesine ait) çok daha iyi. Tabii burada başkentimizden bahsediyorum, bu yüzden objektif kriterlerle karşılaştırma yapılamaz. Tripoli’deki KTEL de kapalı bir alan sağlıyor. Ancak Yunanistan’ın diğer pek çok şehrinde durumun nasıl olduğunu bilmiyoruz. Bu noktada adil olmalıyız.
Grup üyelerinin sıcakta ve oldukça yorgun bir halde taksi bulması gerekiyordu. Bu, hiç zorluk çekmeden halledildi. Eleftheria, şehir merkezinde bulunan “Kaya” otelini sordu. Yaklaşık 10-12 dakika içinde otelin önüne vardılar. Taksiden ilk inen Nikos oldu ve hızla yukarı çıktı. Otel yetkilisiyle pazarlık yaptıktan sonra geri döndü. Fiyat konusunda çabucak anlaştılar. Pindaros ile Nikos, iki kişilik bir odada kaldılar. Maria ve kızı bir üst katta başka bir odadaydı. İki kişilik odaların her biri kahvaltı dahil 12 milyon lira (6 bin drahmi) idi.
Pindaros’un odası oldukça temizdi, yoğun bir caddeye bakan bir balkonu ve banyosu vardı.
Her şey yolundaydı… Yatıp uyumaya, ya da en azından dinlenmeye çalıştılar. Ancak bunca yorgunluğa rağmen Pindaros uyuyamadı. Hareketin yarattığı yoğun gürültü yetmezmiş gibi, odalarından düz bir çizgide 200 metreden daha az mesafedeki minareden gelen hocanın güçlü sesi de buna eklendi.
Hızla kalktılar ve yemek yemeye gittiler. Otelden çok uzaklaşmadan bir öğle yemeği yediler. Otelin yakınında, Plaka’nın (Atina’daki turistik bölge) yaya yollarını andıran bir sokak vardı. Bu sokak, özellikle sol tarafta, bu tür küçük lokantalarla doluydu.
Güler yüzlü ve istekli garsonlar grubu karşılanmak için hızla koştular. Bir süre sonra tekrar otele döndüler. Ancak Pindaros yine uyuyamadı. Bunun tek sebebi gerginliği değildi, ki bu oldukça haklı bir durumdu. Makri’nin yumuşak tepeleri, kalbinin özlemle çarpmasına neden oluyordu… Ne çok anı vardı!
Pindaros küçük bir çocukken, Makri’ye sadece bir kez inmiş ve ardından Livisi’ye geri dönmüştü. İkinci kez ise zorla yerinden koparılıp gönderildiği zamandı… Makri’ye indi ve bir daha geri dönmedi. Bu durum ona bir rüya gibi görünüyordu… Ancak bu, uyandığında dağılan türden bir rüya değildi. Aksine, zihne ve kalbe yerleşen, kopmak istenmeyen bir rüyaydı. İnsan hayatında belki bir ya da iki kez görebileceği nadir rüyalardan biriydi.
Bu, insanın kanında dolaşan, hem iyileşmeyen hem de dayanılmaz bir özlem doğuran bir acıydı…
Pindaros’un doğduğu toprakları görme arzusu işte böyle derindi. Nasıl sakinleşebilirdi ki? Üstelik onu huzursuz eden sadece bu değildi. Bir de onunla yolculuk boyunca eşlik eden sevgili Harula’sı (Yazarın kaybettiği eşi.) vardı. Harula, evden Elliniko Havalimanı’na kadar onun yanındaydı… Kaç kez arabalarıyla oraya gitmemişlerdi ki? Uçakta da onunlaydı. Daha önce de Rodos’a birlikte gitmişlerdi, hem de yalnızca bir kez değil. Harula, Hatzidouli ailesinin evinde geçirdikleri her akşam da yanındaydı.
Ve bir akşam, Mary ve Nikos Mihailidis çiftiyle bir lokantada birlikte yemek yerken de, ne çok şey konuştular!
Ama en önemlisi, o gece Livisi’ye gitme zamanı geldiğinde yaşananlardı… Harula, böyle bir yolculuk konusu her açıldığında karşı çıkardı. Pindaros’un heyecanlanıp bir şey olmasından korkuyordu…
Pindaros, daha Atina’dayken bile böyle bir huzursuzluk içindeydi. Bu endişe öyle yoğundu ki, bir ara bu yolculuğu ertelemeyi bile düşündü. Ama nasıl? Biletleri bir ay önce almıştı! İmkânsızdı…
Onun gerilmesine neden olan bir diğer sebep de ertesi gün, 17 Ağustos’ta, Kokkinia’nın en büyük yıl dönümünün kutlanacak olmasıydı. Ve o, orada olmayacaktı… Anıta çelenk bırakamayacaktı. 1975’ten beri her yıl kahraman şehitler için söylediği şu sözleri söylemeyecekti: “Ölümsüz kahramanlarımız, fedakârlığınızdan güç alıyoruz… Hayatınızı verdiğiniz ideallerin zaferine kadar mücadelemizi birlik içinde sürdüreceğimize dair yeminimizi yeniden haykıralım!”
Pindaros nasıl huzur bulabilirdi? Onu kanatlarına alıp, sadece beş dakika bile olsa uyutması için Morpheus’u nasıl kandırabilirdi?
Ve tüm bunlar yetmezmiş gibi, hocanın minareden gelen canlı ve güçlü sesi de vardı… Hoparlör ne kadar yükseğe konabilirse o kadar yükseğe kurulmuştu, sağır birini bile uyandıracak güçteydi.
– Niko, uyuyor musun? diye alçak sesle sordu Pindaros.
– Hayır, az önce uyandım.
– Ne dersin, biraz dolaşalım mı?
– Teyzeme ve büyükanneye haber vereyim, merak etmesinler.
– Çok iyi olur, iyi yaparsın.
Biraz sonra, Pindaros ve Niko, Plaka’nın yaya yollarından birine benzeyen sokağa indiler. Ancak bu sokakta bir bölüm, Pindaros’a daha güzel görünüyordu. Bu yolda ilerlerken, sağ tarafta uzun ve dar çiçekliklerde sarı kadife çiçekleri vardı. Bu çiçekler, annesinin çok sevdiği çiçeklerdendi. Drapeçona’daki evinde ve hatta Ayia Sotira’daki barakasında bir saksıda bu çiçeklerden yetiştirmişti. Pindaros’un sevgili Harula’sı da bu çiçekleri severdi. Henüz evlerini inşa etmeden önce, arsada bir saksıya dikmişti.
Öğle yemeğini yedikleri aynı küçük lokantada oturdular. Yoğurt sipariş ettiler, ancak onun yerine ayran getirildi. Türkler böyle servis ediyordu. Pindaros ikinci bir ayran daha içti. Şeker diyeti ve endokrinoloğu Anna Garidi’nin söylediklerini hatırladı: “Yatmadan önce bir yoğurt…” Tabii ki o saatte uyumaya gitmeyecekti, ama ne olur ne olmaz diyerek şimdi içti, hatta daha sonra da yiyebilirse yoğurt yiyecekti.
Hesabı ödediler ve otele doğru yola koyuldular.
Akşamüstü, grup sahil yolunda buluştu. Büyük parka girmeden önce, Pindaros birkaç tabelayı okudu: Bir kafe “Telmissos” ve diğeri “Likya”.
Turizm örgütleri – diye kendi kendine konuştu Pindaros – antik isimleri doğru bir şekilde değerlendiriyorlar. Aynı zamanda dış politika nedenleriyle… Buna tarihi gerçeğin çarpıtılması diyebiliriz. Bu isimlerin kendilerine, atalarına ait olduğunu iddia edebilirler. Aynı şey Efes için de olmuyor mu, üstelik sadece orasıyla sınırlı değil?
Gördükleri yalnızca tabelalar değildi. Bir köşeyi dönerken, bir kulübede azımsanmayacak kadar çok kartpostal gördü. Yarın sabah birkaç tane almak için uğramalıyım, diye düşündü. Şimdi grubun gerisinde kalmak istemiyordu. Özellikle Maria ve Eleftheria’nın, parkın içine girmiş olan bu ikilinin arkasında kalmamak… Nikos, enerjik ve meraklı bir genç olarak, yaklaşık elli adım önden gidiyordu. Maria ve ardından kızı bir bankta oturdular. Güneş oldukça alçalmıştı ve otelin olduğu tarafta, arkalarında zar zor görünüyordu.
Maria’nın yanına oturmadan önce, Pindaros ona bir bakış attı.
– Dikkat ettiniz mi! Yol boyunca geçtiğimiz tüm parklarda olduğu gibi burada da yüksek kaidelerin üzerine Kemal Atatürk heykeli oturtulmuş durumda. Büyük bir insan Kemal… “Atatürk” sonradan konan soyadı, öğrendiğim kadarıyla “Türklerin Babası” anlamına geliyor! dedi Pindaros, uzaklara, güneşin batışıyla yarı altın bir renge bürünen denize bakarak.
– Onlar için büyük bir insan, diye devam etti Pindaros. Sultan’ın baskıcı yönetimine karşı Jön Türkler hareketinde yer aldı, Özgürlük, Eşitlik, Adalet için mücadele etti… Annem, Livisi’de Tüklerle birlikte herkesin bağırdığı iki Türkçe kelimeyi hatırlardı: “Yaşasın Hürriyet!”
Yaşasın Özgürlük… Sonra kadınlardan peçeyi kaldırdı ve alfabe reformu yaptı. Arap alfabesi yerine Latin alfabesini getirdi. Böylece şimdi bizler de yazılanları okuyabiliyoruz. Sadece biz değil, tüm turistler de… Arap alfabesi olsaydı hiçbir şey anlamazdık.
– Nikooos! Hey, Niko! Maria birden torunu Niko’ya seslendi.
– Hey, Niko… Buraya gel, fazla uzaklaşma… Sorun çıkmasını istemiyorum.
Son kelime, çevresindeki diğer birçok şeyle birlikte, Pindaros’un içinde derin duygular uyandırdı. Burada, denizin karşısında, gözyaşlarına boğulmuş göçün yürek parçalayan anları canlandı zihninde…Özellikle büyükannesiyle ilgili ciddi bir olay geldi aklına. Öyle bir şey ki, o “her şeyi alt eden” zaman bile bu anıyı belleğinden silememişti. Ne onlarca kışın şimşekli fırtınaları ne de bir o kadar yazın kavurucu sıcakları bunu unutturabildi. Türk gümrük memurları ve diğer yetkililer, Livisili kadınların yanlarında altın ya da gümüş, hatta bir iğne bile götürmelerine izin vermiyordu. “Livisili erkekler” demiyorum çünkü Livisi’de erkek kalmamıştı, yalnızca dört kişi hariç. İki Türk casusu -isimlerini şimdi hatırlamıyorum-, Kanellos’un dedesi, seksen yaşını aşmış bir ihtiyar ve bir de topal bir adam. Diğer tüm erkekler sürgüne gönderilmişti.
Büyükannemin bir tokası (onlar buna “pougna” derlerdi) vardı. Bu tokayla düğmesiz gömleğini bağlardı; tasarım böyleydi. O gömleği büyükannem kendi elleriyle yapmıştı. Kumaşı bile kendi dokumuştu; pamuk ipliği ve ipekten, kendi ipekböceklerinin kozalarından. Bu toka gümüşten yapılmıştı. Bu gümüşün maddi değeri neydi ki? Neredeyse hiçbir şey! Ama bunca yalvarışına rağmen, o vicdansızlar bunu ondan aldılar…Büyükannem, biz annemle mülteci yolculuğunda yanımıza alacağımız eşyaların başında otururken öfke ve sinir içinde, kafirleri lanet ederek, geldi… Bir eliyle gömleğinin iki ucunu tutuyor, yaşlı göğsünün görünmesine engel olmaya çalışıyordu. Bir çengelli iğne arıyordu ki gömleğini kapatsın… Ama o anda nereden bulacaktı çengelli iğneyi? Diyelim ki bir Livisili kadının yanında bir çengelli iğne vardı; o inanılmaz kargaşa içinde “nerede” ve “nasıl” bulup verecekti büyükanneme? Sonunda annem onun üzüntüsüne son verdi. Cebinde beyaz iplik geçirilmiş bir iğne bulmuştu. –Hadi anne, üzülme! dedi ona yumuşak bir sesle. Gel buraya, şu bavulun yanına otur, dikeceğim…
x x x