NİKANDROS KEPESİS – 75 YIL SONRA DOĞDUĞUM YERDE 1998 – BÖLÜM: 6 / DÜZENLEYEN: TUNÇ TOKAY

Etnik köken, milliyet ne olursa olsun, savaş alanlarında şehit düşen, kamplarda ve esaret altında işkenceye uğrayan. Özgürlük, Demokrasi ve Barış için şiddete ve savaşa karşı mücadele eden herkese adanmıştır. Nikandros Kepesis
**
BÖLÜM 6
Savaş Sonrası ve İtilaf Devletleri Arasındaki Çatışmalar
Birinci Dünya Savaşı, 11 Kasım 1918’de sona erdiğinde, galip gelen İtilaf Devletleri arasında savaş ganimetlerinin paylaşımı gündeme geldi. Ancak bu süreç, galip devletler arasında ciddi çelişkilere yol açtı. İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD’nin oluşturduğu Müttefik Yüksek Konseyi tarafından hazırlanan metin üzerinden bir uzlaşmaya varıldı.
Fakat bu uzlaşma, temelde geçici bir çözümdü ve İtilaf Devletleri arasındaki çıkar çatışmalarını tamamen çözememişti. Bu durum, ilerleyen süreçteki karmaşık olayların temelini oluşturacaktı.
Mütareke süreci boyunca, aralarındaki rekabet keskinleşti. Bu da beklenen bir durumdu. Buna göre (burada ilgili olan bölge için) İngiltere, Filistin, Mezopotamya, Irak, Suudi Arabistan’ı aldı ve gemilerinin Çanakkale Boğazı’ndan geçme hakkını elde etti. Fransa, Suriye ve Kilikya’yı aldı, İtalya ise Trablusgarp ve Karya’yı aldı. Paylaşımın nedeni şöyle açıklanabilir: İngiltere, bölgedeki askeri üstünlüğü nedeniyle emperyalistler arasında liderlik rolünü oynadığı için en büyük payı almıştı. Temel hedefi Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasıydı.
Bu paylaşımın ötesinde, tüm emperyalist güçler Bağdat demiryolları üzerinde hak iddia ettiler, özellikle İngilizler, o sırada kendi özel emperyalist çıkarları için Yunanistan’ı hatırladılar. Yunanistan’a, Doğu Makedonya’nın bir kısmı ve İzmir çevresi verildi. ABD ve özellikle İtalya buna karşı çıktı. İtalya nihayetinde İngiltere’nin baskıları altında, Başbakan Orlando’nun ‘Yunan ordusunun İzmir’e çıkması, bölgenin geleceğini önceden belirlemez’ şeklindeki açıklamasıyla geri adım attı.
Anglo-Fransız komutanlıkları, bu Üst Düzey Müttefik Konseyi kararını memnuniyetle karşıladılar. Çünkü sahip oldukları güçler, Türk halkının tepkileriyle başa çıkacak kadar büyük değildi, bunu biraz sonra göreceğiz.
“Bu karar esas olarak İngiltere’nin çıkarlarına hizmet ediyordu. Smyrna’yı (İzmir) Yunanlılara ‘hediye ederek’ onları kendi politikasına çekmek istiyordu. İngiltere, bizi – karşılıksız değil – paralı askerler olarak kullanmak, ‘Büyük Britanya İmparatorluğu’nun birliğini ve Musul’un petrol zengini bölgelerinden Hindistan’a kadar olan büyük yolu güvence altına alan muhafızları’ yapmak istiyordu.”
15 Mayıs 1919 tarihinde alınan kararın ardından, on gün sonra, İzmir limanına büyük bir konvoy ulaştı. Bu konvoy, 1. Piyade Tümeni ve iki dağ topçu bataryasından oluşuyordu. Dikkat çeken bir ayrıntı ise, konvoya yalnızca Yunan savaş gemileri tarafından değil, aynı zamanda İngiliz savaş gemileri tarafından da eşlik edilmesiydi.
Yunan ordusunun İzmir’e çıkışı, İzmir’in Rum nüfusunda büyük bir coşku dalgası yarattı. Ancak, bu çıkış istedikleri kadar sorunsuz gerçekleşmedi. Konvoy valilik binasının önünden geçtiği anda Türkler saldırıya geçti ve bu saldırı etkili oldu. Çatışmada altı efzun (Yunan askeri) hayatını kaybetti ve çok sayıda asker yaralandı. Ancak Yunan ordusu, bu ani saldırının şokunu çabucak atlatarak karşılık verdi. Çatışmada bazı Türkler öldürüldü, bazıları ise esir alındı.
Daha ilk gün, yani çıkarma günü itibarıyla, karşılıklı katliamlar başladı. Ve bu, gerçeği görmek isteyen herkes için açıkça ortaya koydu: İzlenmek istenen yol, güllerle döşenmiş bir yol değildi. Korkunç bir katliamın habercisiydi; Anadolu’da Rum topluluğu ve genel olarak Yunan halkı bunun bedelini çok ağır ödeyecekti.
Bunu, her şeyden önce, o dönemin başbakanı Eleftherios Venizelos öngörmeliydi; üstelik daha en başında, 1915’te bu yola girmeden önce… Ama ne yazık ki Venizelos, Yunan ordusunu yabancı çıkarlar uğruna nasıl kaynayan bir kazanın içine attığını göremedi ya da görmek istemedi. Megali İdea politikasıyla, yani ülkenin hâkim sınıfının politikasıyla, Anadolu, Pontus ve Trakya Rumlarını nasıl bir felakete mahkûm ettiğini fark edemedi.
Şimdi Türk halkının bu durumu nasıl karşıladığını kısaca incelemenin zamanı geldi. Sultan’ın ve Türkiye’nin komprador burjuvazisinin, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin planlarına karşı gösterdiği boyun eğici tutuma nasıl tepki verdiklerine bakalım.
Mondros Mütarekesi’yle (17-30 Ekim 1918 / Rumi takvime göre) birlikte Türk halkı, özellikle Türkiye’nin ulusal burjuvazisi ve ordunun birçok subayı, hükümetin boyun eğen politikalarına ve emperyalistlerin açgözlülüğüne karşı giderek daha güçlü tepkiler göstermeye başladı. Bu tepkiler yalnızca kitlesel değil, aynı zamanda silahlı direnişi de içeriyordu. Silahlı gerilla grupları (Çeteler) oluşturarak işgalcilere, İzmir’de olduğu gibi, karşı koydular. Türk halkı için Yunan ordusunun Anadolu’ya girişi, Ulusal Bağımsızlıklarını ve vatanlarının toprak bütünlüğünü savunmak için bir seferberlik çağrısına dönüştü.
Bu harekete nihai olarak kişisel damgasını vuran en önemli figür ise Mustafa Kemal Paşa oldu.
Söz konusu dönemde 40 yaşında olan Mustafa Kemal, 1881’de Selanik’te doğmuştu. Babasının devlet mekanizmasındaki (gümrük memuru) görevi, Mustafa’nın gelişiminde ona önemli avantajlar sağlamıştı. Selanik Askeri Rüştiyesi’ne girdi ve gösterdiği üstün başarılar nedeniyle hocaları ona “Kemal” lakabını verdi. “Kemal” mükemmel anlamına gelir. Bu unvanı hayatı boyunca koruyacak, 1938’deki ölümüne kadar, “Atatürk” (Türklerin Atası) unvanını da buna ekleyecekti.
Selanik Askeri Rüştiyesi’nden mezun olduktan sonra kısa bir süre Manastır Askeri İdadisi’ne (Bitola) devam etti ve ardından İstanbul’da Harp Akademisi’ne geçti. 1904 yılında, 23 yaşında teğmen rütbesiyle mezun oldu.
Aynı yıl, Sultan’a ve din adamlarına karşı çıkan, özgürlükçü fikirlere sahip Genç Subaylar adlı bir örgüt kurduğu gerekçesiyle tutuklandı. Mahkûm edildi, ancak affedildi. Bununla birlikte, bir tür sürgün olarak Şam’a gönderildi. Ancak burada da politik faaliyetlerini durdurmadı. Şam’da “Vatan” adında başka bir örgüt kurdu.
Mustafa Kemal, “İttihat ve Terakki” (Birlik ve İlerleme) olarak bilinen Jön Türk hareketi başladığında Şam’dan kaçarak doğduğu şehre, hareketin kalbine gitti. Burada örgütle bağ kurdu ve Jön Türk Devrimi’ne (Temmuz 1908) katıldı. Bu devrim sonucunda II. Abdülhamid, Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kaldı. Ardından, 1909’da Selanik’teki “Alatini Köşkü”ne kapatılmasına yol açan Abdülhamid’in karşı devrim hareketine de aktif olarak karşı çıktı.
Mustafa Kemal, I. Dünya Savaşı sırasında büyük askeri birliklerin komutanı olarak aktif görev aldı ve özellikle İngiliz ve Fransızlara karşı Çanakkale Boğazı’nı savunmasıyla öne çıktı. “Boğazların kahramanı, savunucusu ve kurtarıcısı” olarak ünü, vatanının sınırlarını aşarak diğer ülkelere kadar yayıldı.
Mondros Mütarekesi yapıldığında, Mustafa Kemal, Suriye’deki ordunun komutanıydı. Mütarekeden beş gün sonra, 22 Ekim 1918’de, Türk Başbakanı’na bir telgraf çekerek, kendisine verilen ve Türkiye’nin bazı bölgelerini yabancılara teslim etmesini öngören emirleri yerine getirmeyeceğini bildirdi. Bu nedenle İstanbul’a geri çağrıldı.
Benzer şekilde, diğer bazı üst düzey Türk subayları da vatansever bir tutum sergiledi.
Türk subayları arasında, en tanınmış isimlerden biri, Kafkasya Tümenleri Komutanı Kazım Karabekir’di. Kafkasya, o dönemde büyük bir karışıklık içindeydi. Şehirlerde ortaya çıkan bu milliyetçi hareketler karşısında, 640 farklı sivil-ulusal örgütün kurulduğu bir dönemde, İngilizler ve Fransızlar Sultan ve hükümetine baskı yaparak Kafkasya başta olmak üzere isyanları bastırmak ve “düzeni sağlamak” için önlemler almasını istediler. Bu bağlamda, 5 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal, bu bölgede ve Anadolu’da geniş yetkilerle donatılmış bir Genel Müfettiş olarak isyanı bastırmak üzere gönderildi. Ancak Mustafa Kemal, Sultan’ın kendisi için tutuklama emri vermeden önce yola çıkmayı başardı.
Yunan ordusunun İzmir’e çıkışından bir ay sonra, 18 Haziran’da, Amasya’da Türk generalleri bir toplantı yaptı. Ekim ayında ise Sivas’ta bir Millî Kongre düzenlendi. Mustafa Kemal her iki toplantıda da aktif rol aldı. Bazı generallerin radikal görüşlerine yönelik ciddi itirazlarına rağmen, sonunda liderlik pozisyonunu kazandı. Ancak bu otoriteyi sağlamlaştırmak için sert tedbirler almaktan çekinmedi.
Amasya’da kabul edilen kararlar şu şekilde özetlenebilir:
- İzmir ve çevresinin Yunan ordusu tarafından boşaltılması, Adana’nın Fransızlardan temizlenmesi ve diğer Türk bölgelerinin yabancılardan arındırılması.
- Musul’dan İskenderun’a uzanan sınır hattının belirlenmesi.
- Kapitülasyonların kaldırılması.
- Sultan ve İstanbul hükümeti ile ilişkilerin kesilmesi. Aynı zamanda, Sultan’dan İtilaf Devletlerinin dayattığı tüm barış koşullarını reddetmesi, İstanbul’u terk ederek Ankara’ya yerleşmesi ve burayı başkent ilan etmesi talep edildi.
Bu kararlar, şu önemli noktaları açıkça ortaya koymaktadır:
- Birincisi, Mustafa Kemal’in hareketi, o dönemin Türkiye’si için eşi benzeri görülmemiş sonuçlar doğuran bir ulusal burjuva devriminin başlangıcıdır. Bu durum, özellikle 1923 Lozan Antlaşması’ndan sonra hemen başlatılan olağanüstü demokratik reformlarla kanıtlanmaktadır.
- İkinci olarak, ülkede iç savaş çıkması için ciddi koşullar mevcuttu ve özellikle İngiliz emperyalistleri, “böl ve yönet” stratejisiyle bu durumu körüklüyordu.
16 Mart 1920’de, İtilaf Devletleri’nin (özellikle İngilizlerin) askerleri İstanbul’u işgal etti ve baskı uygulamaya başladı. Bu eylemler, onların kuklası haline gelen Sultan’ın desteğiyle gerçekleşiyordu. Mustafa Kemal’in liderliğinin dinamizmi sayesinde bu hareket, Türkiye’nin parçalanmasına yönelik emperyalist istilacıların planlarını bozmayı başardı. Bu hedefe ulaşmak için her türlü aracı kullandı ve diplomasiyi her yönde başarıyla uyguladı.
Yunan ordusunun işgal etmesi planlanan bölge, İzmir’in yanı sıra Ayvalık (Kydonies), Bergama, Ödemiş ve Denizli’yi de içeriyordu. Böylece yaklaşık 200 kilometrelik bir cephe oluştu. Ancak verilen kesin emir, hiçbir şekilde belirlenen sınırların aşılmamasıydı. Bu emirlerin sıkı bir şekilde uygulanmasından, Müttefik Askerî Misyonunun lideri olan İngiliz General Milne sorumluydu.
Yunan ordusu, çetelerin tehlikeli saldırılarını takip etmek için üç kez hazırlık yaptı, ancak bu üç seferde de General Milne müdahale etti. Daha fazla yoruma gerek yok; İngilizlerin rolü ve ordumuzla olan ilişkileri bu kadar net. Ancak, Fransızların Mudanya’da ve İngilizlerin Çanakkale Boğazı’nda, hatta Karadeniz kıyılarına kadar saldırılara uğramasıyla endişelenmeye başladılar. Çünkü yeterli güçleri yoktu ve Yunan kanı onlar için hiçbir şey ifade etmiyordu. Bu yüzden ateşi söndürme işini bize bıraktılar.
General Georgoulis’in dediği gibi bu harekât, bölgede “Avrupa düzenini gücün yettiği ölçüde tesis etmek” amacıyla yapıldı. Bu yeni ilerleme ile Yunan ordusunun koruması gereken cephe üç katına çıktı ve toplamda 600 kilometreye ulaştı. Bu ilerleme büyük bir başarı olarak lanse edildi, ancak aslında bir başarısızlıktı çünkü:
- Birincisi, Kemalist kuvvetler, gerilla taktikleri sayesinde zarar görmeden kaldılar.
- İkincisi, ülkemizin ekonomik durumu, halkın yorgun omuzlarına taşınamayacak kadar ağır bir yük daha ekledi.
İşte askeri ve siyasi durum böyleydi, 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması’nın imzalandığı açıklandığında. Bu antlaşmayla, Yunanistan’a İzmir ve çevresindeki toplam 15.000 kilometrekarelik bir alanı işgal hakkı tanındı. Bu, o dönemde Yunan ordusunun işgali altında bulunan bölgenin yalnızca yedide biriydi. Oysa Anadolu Türkiye’sinin toplam yüzölçümü 800.000 kilometrekareyi aşıyordu; bu, antlaşmanın kapsadığı alanın sadece ellide biri demekti.
Ancak, çok övülen Sevr Antlaşması daha doğduğu günden itibaren ölü doğmuştu. Birincisi, bu antlaşmada yalnızca İngiltere ve Fransa gibi iki emperyalist güç imza sahibiydi. ABD ve İtalya, farklı nedenlerle bu antlaşmayı imzalamamıştı. İkincisi, bu antlaşmayı kabul etmeye zorlanan Sultan’ın aslında hiçbir otoritesi yoktu. Bu sırada Kemal’in anti-emperyalist hareketi, sürekli artan gücüyle bu anlaşmaya kesin bir şekilde karşı çıktı. Ancak, Liberal Parti bu durumu bir başarı olarak övüyordu. Bugün bile Eleftherios Venizelos’un hayranları, zaman zaman “Büyük Yunanistan” ve “İki kıta ve beş deniz Yunanistan’ı” efsanesini tekrar eder durur.
Bu sloganların yankıları altında, halkın korkunç kan kaybına yönelik öfkesini ve askerlerin bitmek bilmeyen eziyetlere olan hoşnutsuzluğunu gizlemeye çalışıyorlardı. Çünkü askerler, bu savaşın nedenini anlamıyor ve nerede sonlanacağını göremiyorlardı.