NELER ÇEKTİM NELER – ÇEK CUMHURİYETİ / HÜZÜN KENTİ PRAG – METİN DENİZMEN

Sabah Tynn Kilisesi’nin devasa çatısında soğuktan büzülmüş uyuyordu kuşlar Prag sokaklarına çıktığımda. Dondurucu soğukta Vltava nehri boyunca yürüyor fotoğraf çekiyor hayran seyrediyorum bu kadîm kenti.

Hüzne yakışan sessiz yerler arıyorum, neden sonra, Karlovy Köprüsü’nün temiz giyimli yaşlı çalgıcıların notaları duyulmaz oluyor. Vltava Nehri usulca akıyor Maresuv Köprüsü ayaklarına çarparak ve Nezval’in dizelerindeki sözsüz şarkılarını fısıldıyor.

Rudolfinum’un yanında kimsesiz parkta bir banka ilişiyorum. Sararmış yapraklar düşüyor üzerime. Dinginliğin hâkimiyeti başlıyor parkın ıssızlığında.

1885’den bu yana Rudolfinum, Çek halkına filârmoni konserleri veriyor. İlk şef, Antonin Dvorak’la notalar ilişmeye başlıyor yeni-rönesans dokularına muhteşem binanın. Zaman zaman, bir nota sızıyor pencerelerinden ve Vltava’nın gümüş sularında dans edip yitiyor.

Gölgelerin uzadığı saatler, hüzün saatleri. Nâzım Hikmet düşüyor aklıma; “ acı çekmiş bir ulusun kederi çökmüş gibi Prag’ın üzerine. “

Nâzım bunu söylerken, bu bankta oturmuş olmalı, gümüş rengi Vltava’nın sözsüz şarkılarını dinlerken sararmış bir yaprak düşmüş olmalı omuzuna, bastıran soğukta yakalarını kaldırıp karşı kıyıda Kafka Müzesi’nin kırmızı kiremitlerine dalıp gitmiş olmalı ve Kafka’yı anmış olmalı; “ kesin olan tek şey acı çekmektir. “ diyen Franz Kafka’yı.

Köprü ayaklarından, merdiven kıvrımlarına kadar sanat ile yaşayan bir kent Prag. Otuz sanat galerisi, dokuz müze ve yirmi üç tiyatro ile önemli bir ipucu veriyor; Çekoslovakya’nın, yani iki devletin böylesine barış ve dostluk içinde ayrılmasının temelinde, ruhlarına sinmiş rafine duyguların payı olmadığını söylemek mümkün müdür?

“ Akşam üstleri büyülü bir kente dönüşür Prag “ diyen üstat çok haklı. Mıhlanıp kalmışım oturduğum yerde. Ayaz içime işliyor ayrılamıyorum Vltava nehrinin kıyısından.

Hava kararıp, Karlov Köprüsünün titrek ışıklarının aksi suya düşende, 11 nolu tramvaya binip, ılık odama girmeden bir kez daha Kilise Meydanı’ndan geçiyorum. Duvardaki Horloj’a çevrilmiş gözler, saat başı çalarak, raks etmeye başlayan heykelcikleri bekliyor. Dileyen, gönlünce seçsin, ölüm, gurur, zevk, cimrilik gibi uhrevî ve dünyevî değerler, podyuma çıkmış mankenler gibi seyre çıkıyor Horloj’un minik kapısında.

Beşyüz yıldan bu yana durmaksızın çalışan saati yapan talihsiz Hanuş Usta, bunun bedelini gözlerini kaybederek ödüyor. Benzerini yap(a)masın diye kör ediyor Hanuş Ustayı dönemin kralı.

Agra’daki Aşk Mabedi Taç Mahal’i yapan İran’lı İshak Han da, aynı nedenle Şah Cihan tarafından sağ eli koparılarak, ustalığının bedelini ödememiş miydi ?

Tramvayın camlarına yağmur damlaları çarpıyor şimdi. Nâzım ile hemhâl oluyorum bir kez daha;

“ Yağmurlar içindeydi Prag / Bir gölün dibinde kakmalı bir sandıktı.  “

Yorum, görüş ve önerileriniz