NELER ÇEKTİM NELER – ANADOLU MÜHÜRLERİ GEZİSİ 1 – METİN DENİZMEN

GİRİŞ / KONYA BEYŞEHİR / EFLÂTUNPINARI HİTİT SU ANITI / LUKYANUS KİTÂBESİ / KURTBEŞİĞİ HİTİT ANITI

Beşikler vermişim Nuh’a Salıncaklar, hamaklar,

Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır,

Anadolu’yum ben,

Tanıyor musun?

Ahmed Arif’in yukarıdaki mısralarından başka Anadolu’yu en keskin en derin anlatacak bir ifade hatırlamıyorum ben…

Nice uygarlıklar gelip geçmiş bu kadim topraklardan, nice mabetler, kiliseler, camiler her inançtan kutsal mekânlarla donatılmış, nice saraylar, surlar anıt mezarlar yerle yeksan edilmişti.

Mağara duvarlarına çiziktirilen resimler gelişerek kil tabletlere, parşömene ceylan derilerine çeşm-i bülbüllere nakşedilmiş, duygular yansıtılmıştı.

Güneşe tapan Anadolu halklarıydık, ateşe tapanlar yine bizlerdik, Sn. Paul’un peşi sıra İsa’yı peygamber, hatta Tanrı’nın oğlu bilip paganların zulümlerine uğrayan da Anadolu halklarıydı, bereketinden esinlenip, gazabından korkarak yarattığımız düzinelerce Tanrının inananı bizlerdik. İslâm inancıyla şereflendik derken, mezheplere bölünüp birbirlerinin boğazını kesen de bizlerdik.

Dionysos’un elinden şarap, Bereket Tanrıçası Kibele’nin memelerinden süt içen de bu güzel toprakların Anadolu’nun halklarıydı.

Adımların zor ulaşacağı yalçın dağlardaki mermer sütunlar bizimdi, bozkırların ortasına İpek Yolu seyyahlarının konaklaması için yapılan kervansaraylar da bizimdi.

Kurşunlu hanları biz yapmış, esnaf loncalarını, ilk agoraları biz vücuda getirmiştik. Kilise duvarlarının rengârenk fresklerini imanla biz çizmiştik, camileri bezeyen çinileri de.

Kubbeleri ay yıldızlı âlemlerle süsleyen bizlerdik, biz Anadolu’nun feraset yüklü üretken insanlarıydık.

Hâlâ Anadolu’dayız, hâlâ üretiyor, gizlerimizi ağır ağır gün yüzüne yansıtıyoruz.

Tabii gerek Anadolu’da gerek tüm Dünya’da günümüze gelebilmiş, iz bırakmış yapıtları gezerken onları anarken sınıfsal perspektiften ayrılmıyor, kendi dönemlerinin belgelerine hayranlık ve saygı duymakla beraber, bunların ardında egemenlerin, onların yalakalarının, devlet hazinelerinden beslenen sanatçılar, ustalar ve mimarlar olduğunu bir an bile unutmuyoruz.

Eserler birer kültür mirası ve belgeleri olarak günümüze gelmiş, sanatsal hayranlık uyandırmışlar, bir o kadar da önemli olan, varlıklarıyla C14 Karbon izotop yöntemi ile insan, hayvan, ağaç hatta tekstillerin yaşlarının tespitine imkân tanımışlardır.

Bu kadim eserlerin, Anadolu Mühürlerinin bize fısıldadığı çok önemli şeyler var. Her dönemde var olagelmiş egemenlerin kaprislerini, ölümsüzlüklerini vurgulayan bu eserler hiçbir zaman halklarının hizmetine dönük yapılmamıştı.

Anadolu’nun büyük kısmını gezip dolaşıyorum gençliğimden beri, Dünya’nın yarıya yakın ülkesini gezdim, hiçbir dönemin işçi mahallelerinin, gettolarının kalıntılarına rastlamadım.

Günümüze uzanan her tarihî eserde kan var, acı var, kırbaç var ve bunların arkasında tüm dünya halklarının emeği var. Senaryo hep aynıdır, halkı ikna ederek veya zorla egemen olanlar saraylarında yalakaları ile saltanat sürerken, ürünleri emekleri vergilendirilmiş, yeni topraklar zapt etmek için askere alınmışlar, asırlarca gözyaşları dinmemiştir.

Anıt mezarlardan, heybetli kalelere, Roma mozaiklerinden, hamamlarından, Anadolu’da inşa edilen Beyliklere ait camilerin heybetine, Osmanlı’nın Anadolu’da inşa edebildiği üç-beş külliyeye kadar her zaman din ve devlet kurumlarının birlikteliği ile ya kaprisin ya da emek sömürüsünün acı örneklerine dokunuyoruz her adım atışımızda.

Ben, kendi payıma her muazzam eserin önünde bu tabloyu göz ardı etmeden değerlendiriyorum. Egemenlerin, saraylar, anıt mezarlar yaptırdığı ustaların bir benzerini yap(a)masın diye kollarının kesildiğini veya öldürüldüğünü hatırlar, insan bilincinin ne denli muhafazakâr olduğunu, değişimlere ezilmelere direnme kabiliyetinden ne denli yoksun olduğunu düşünürüm.

Hititlerden, Proto-Türk boylarından, Helenlere, Romalılara, İslâm’la müşerref olan tüm Beylik ve Devletlere, Osmanlılara ve günümüze dek Anadolu’da dikilen her duvar kazılan her toprak, kadim Anadolu halklarının öz be öz kendi yarattıklarıdır.

*

Bu yıl, biraz daha uzun tutalım, İç Anadolu’dan Doğu Anadolu’ya kısmen de Güney Doğu Anadolu’ya uzanan bir rota çizelim ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılmasından sonra kurulan Anadolu Türkmen Beyliklerinin coğrafyasını görelim, yaratılan muhteşem yapıları tanıyıp, öykülerini dinleyelim istedik eşimle.

Orta Anadolu’dan, Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu’ya uzanıp Doğu Akdeniz’in kültür ve uygarlık fışkıran topraklarını tavaf etmek amacıyla yaklaşık 5000 km’lik bir güzergâh programı yaptım.

*

İlk gece Beyşehir’de kalacak, Eflâtun Pınarı, Taş Köprü ve mutlaka Eşrefoğlu Camii‘ni gezeceğiz.

Burdur üzerinden devam edeceğimiz 376 kilometrelik yol ilk konaklama yerimize ulaştıracak. Pek çok Akdeniz yerleşimi gibi, Ege ve İç Anadolu bölgelerinin kesiştiği bu Göller Bölgesi’ne de Aziz Paul’ün yoldaşı Barnabas’la gelip Hristiyanlık davetleri yaptığını, sonra Barnabas’ın Paul ile yollarını ayırdığını ve âdeta düşman bellediğini de biliyoruz artık.

Gelenbe ve Şarkîkaraağaç’ın bereketli topraklarının hasat telâşlarını izleyerek Beyşehir’e yaklaşıyoruz. Kente girmeden önce Eflâtun Pınarı’nı bir kez daha görmek arzusundayız.

Sadık Hacı Köyü yolunda, ilk uğrağımız Eflâtun Pınarı çıkıyor az sonra karşımıza. Sakin, kimseler yok, tabiatın erozyona uğrattığı üç Hitit Boğasının önünden minik bir dere hışırdayarak akıyor, içinde Hititlerin yediği balıkların torunları ile.

Hititler “bin tanrılı halk” olarak anılır. Büyük olasılıkla gurur duydukları bu özellik pek çok gizemi de beraberinde getiriyor. Pınarlar onlar için kutsaldı ve yaptıkları su anıtları ile ölümsüzleştirmeye çalıştılar. Eflâtunpınar günümüze ulaşan örneklerden. Yaklaşık 7 metre genişlikte, 4 metre yükseklikte.

Önündeki kutsal havuz ise 30 x 35 metre boyutunda. Anıtın MÖ 13’üncü yüzyılın ilk çeyreğinde yapıldığı tahmin ediliyor. Dönemin imparatoru Dördüncü Tuthaliya’ydı ve Hititler çöküş sürecine girmişti. Anıtın bu nedenle tamamlanmadığı sanılıyor.

Anıtın, kutsal havuza bakan yüzündeki 19 kabartmalı taş blokta tanrı, tanrıça, cin figürleri görülüyor. Merkeze Fırtına Tanrısı ve Güneş Tanrıçası çifti yerleştirilmiş. İki yanlarındaki 10 kanatlı cin ve boğa adam bir güneş kursunu taşıyor. Alt sırada ise, ellerini göğsünde kavuşturmuş beş tanrı sıralanmış. İki baştakiler Dağ Tanrıları. Aralarında, eteği delikliler Yeraltı Kaynağı Tanrıları. Dinsel törenlerde deliklerden akıtılan sular, anıtın arkasındaki bir küçük haznede toplanıp fıskiyeye dönüşüyormuş.

Anıtta estetik, dini düzenlemenin yanı sıra özenli bir su mühendisliği çalışması göze çarpıyor. Yandan ve arkadan çıkan kaynak suları, ince bir işçilikle anıta ve havuza verilmiş. Daha sonra bunlar pınarların oluşturduğu dereye bağlanmış. Havuz küçük bir barajı çağrıştırıyor.

Eflâtun Pınar düzenlemeleri sırasında çıkan eserler yine anıtın çevresine yerleştirilmiş. Devasa boyuttaki üç boğa başından oluşan bir başka anıt da Kutsal Havuz’un 10 metre kadar sağına yerleştirilmiş. Böylece tüm alan, tam anlamıyla Hitit dönemini çağrıştıran bir ilkel görünüme bürünmüş.

Yıllar önce görüp hayran olduğum Eflâtunpınarı Anıtının önündeyim yine. Yukarıda bahsedilen tanrıları ayırt etmeye çalışıyorum anıt üzerinde. Bir kaya üzerine çöküp Anadolu topraklarının zengin kültürünü düşünüyorum.

Ortamın ıssızlığında minik balıkların oynadığı pınar sularının şırıltıları giderek bir âyine dönüşüyor, eşimin uzattığı çay ile çıkabiliyorum zaman tünelinden.

Havanın kararmasına daha çok var, vakti değerlendirmek adına 26 kilometre mesafede Fasıllar Köyü’ne yola çıkıyoruz. Köy girişindeki paslanmış, delik deşik olmuş levhadan zar zor gideceğimiz yönü kestiriyor ve zorlu yollara giriyoruz aracın homurtuları ile.

Epey ilerledikten sonra, karşıdaki kayaların üzerindeki Lukyanus Kitabesini ilk fark eden eşim oluyor. İniyor, kurumuş otlar arasında ilerleyerek önüne geliyoruz.

Yerden 10 metre kadar yüksekte, kaya üzerine tüm detayları ve koşumları ile oyulmuş bir at kabartmasını daha yakından görüyoruz. Yanında da derince bir niş var. 2200 yıl öncesine Romalıların henüz Pagan inanışa sahip olduğu döneme ait olduğu düşünülen bu anıtın, Lukyanus isimli bir at yarışçısına ait olduğu kabul ediliyor.

Lukyanus’un erken ölümüne üzülen yakınları tarafından yapılan anıtın Grekçe kitabesinde dönemin at yarışı kuralları da anlatılıyor;

Bir at birinci olduysa başka yarışlara katılamaz. Atın sahibi de yarışmada atı birinci olduysa ikinci atı katılamaz. Atın kendisi katılamadığı gibi sahibinin ikinci atı da katılamaz.

Görüldüğü gibi, hırs ve kavga değil centilmenlik üzerine kurulu dönem at yarışları anladığım kadarıyla.

At kabartmasının 100 metre yakınında yerdeki kaya yığınının bir Dağ Tanrısını betimlediğini anlamak çok zor, daha önce fotoğraflarını görmemiş olsam yanından geçip gidebilirdim. Bu bölge şu anda Fasıllar Köyü’nü de içine alan dağlık alan Hititler’in Misthia kenti. Hititlerden, tüm Anadolu uygarlıklarına ev sahipliği yapmış bu bölgede, yukarıda anlattığım 2200 yıllık Pisidya Dönemine at kabartmasının yanı başında 4000 yıllık şimdi anlatacağım Kurtbeşiği Anıtı uzanıyor.

8,5 metre boy, 2,5 metre eni ile monoblok bir taş üzerine kabartma olarak işlenmiş Kurtbeşiği Anıtı 72 ton ağırlığında. 1960 yılında ilk bulunduğunda, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesine nakli gündeme gelince, “ anıt gitmesin, turistler buraya gelsin “ diyen köylülerin tepkileri artınca anıt boylu boyunca uzatıldığı yerde erozyona terk edilmiş. Bir kopyası müzede ayakta dikilip ziyarete gelenleri karşılarken, aslı Misthia tepelerinde karla kışla güneş ışınları ile boğuşuyor.

Eflâtun Pınarı’ndaki Tanrılar, üzerlerinden akan pınarda serinlerken, bu Dağ Tanrısı’nın üzerine keçiler işiyor.

GELECEK GEZİ NOTLARI; Konya / Beyşehir Eşrefoğlu Camii, Taş Köprü ve Sille Köyü.

Yorum, görüş ve önerileriniz