HİNDİSTAN NOTLARI – 8 – ÇARŞILAR / YAZI VE FOTOĞRAFLAR: GÖKHAN KORKMAZGİL

Hintliler çarşıya baazaar diyor, yazıldığı gibi de okuyor. Farsça bāzār sözcüğü bize geçince pazar olmuş, onlarda baazaar’a dönmüş. Zamanında Farsça bilimde ve kültürde çok etkili bir dilmiş. İran’dan batıya doğru bize bir sürü Farsça sözcük geçmiş, doğuya doğru Hindistan’a daha fazlası yerleşmiş. Böylece Hint dili ile bizimki arasında pek çok ortak sözcük meydana gelmiş. “Ç” harfinden örneklemeye devam edersek “çeşme”ye “çaşma” diyorlar, “çünkü”ye “çümkü”, “çay”a da aynen “çay”. Yine de çok ortak sözcük olunca anlaşabileceğinizi düşünmeyin, duyduğunuz sözcük Türkçedeki ile aynı mıdır, orası dilemma. Yazılanları okuyabileceğinizi aklınıza bile getirmeyin, alfabeleri tam bir muamma.

Bizim bildiğimiz, cadde boyundaki dükkânlara çarşı denirdi, giderek, şehir merkezine çarşı denir oldu. Bayramlarda, pazar günlerinde çarşı kapalı olurdu, insanlar yapacak başka şeyler bulurdu. Çarşıya gitmek, alışveriş yapmaktan çok daha fazlasıydı, dükkânlara bakılır, tanıdıklarla karşılaşılır, belki bir şeyler yenir içilirdi. Burada da durum farklı değil, ama, bütün şehir koca bir çarşı olmuş, her yer sıkış tepiş insan dolmuş.

Çarşının dar sokakları tıklım tıklım insan kaynıyor. Bazılarının hiç acelesi yok, sokakları adımlıyor, aylak aylak, yalın ayak. Bir kısmı kaldırımda yere oturmuş sohbet ediyor, bir şeyler yiyor. Ellerinde torbalarla, bohçalarla gelip gidenler onların arasından geçiyor. Koca koca çuvalları sırtlamış hamallar hiç durmadan devinen kalabalığın arasında kendilerine yol buluyor. Arı kovanı gibi dolanan, dükkânlara girip çıkan tekdüze insan uğultusunu hamalların bağırması bölüyor.




Hava çok sıcak, bir gölgeye sığınıyorum, biraz soluklanıyorum. İnsanlar aralıksız gelip geçiyor, renkler titreşiyor. Kokular havada yayılıyor, konuşmalar, sesler birbirine karışıyor. Bütün çarşı, bin başlı, iki bin kollu, iki bin ayaklı bir canlı gibi, ağır ağır deviniyor. Bir karınca yuvasının içine düşmüş gibiyim, nereye bakacağımı, ne yöne gideceğimi bilemez haldeyim. Çarpık tekerlekli yük arabalarını iterek ilerleyenler, önlerinde yürüyen yayalara hafifçe dokunarak kendilerine yol açıyor. Karşıdan gelen başka arabacıyla sohbet fırsatını da hiç kaçırmıyor. Sokak satıcılarının koca koca tepsileri adını duymadığım, tadını bilmediğim, daha önce görmediğim, hiçbir şeye benzetemediğim yiyeceklerle dolu. Birbirine bitişik, her biri üç – beş metrekarelik dizi dizi dükkânların önü, dükkânlardan büyük tezgâhlarla kaplı. Satılan şeylerin çeşitliliği inanılmaz, sanırım bir şey eğer burada yoksa insan hiçbir yerde bulamaz.





Çarşının sokakları başka sokaklara, o başka sokaklar da caddelere açılıyor. Caddelerin bazıları meydanlara varıyor, bazılarının sonu görünmüyor, kim bilir daha ne kadar uzanıyor. Yönümü şaşırmamak için ne kadar uğraşsam da sonunda kayboluyorum, dönüp dolanıp başka bir ucundan yine çarşıya giriyorum. Döndüğüm her köşeden, sanki yepyeni bir sokağa giriyorum, hiçbir sokak bana daha önce geçmişim gibi gelmiyor. Dükkânların camlarındaki, tabelalarındaki yazılar okunması bizim için olanaksız olan Devanagari alfabesi, Sanskrit diliyle yazılmış sembollerden ibaret. Önünden geçtiğim hiçbir mekân artık bana tanıdık gelmiyor, az önce buradan geçtim mi, bu dükkânı gördüm mü, nereden bilirim, şu ötedeki sokağa sapsam kim bilir nereye giderim? Kendi kuyruğunun peşinden koşan kedi yavrusu gibiyim, şu çarşıdan bir çıkabilsem belki o zaman ne yapacağımı bilebilirim.


Şehrin eski bölümünde çarşılar içinde kaybola kaybola, yolumu – yönümü iyi kötü bula bula koskoca bir açık alana çıkıyorum. Yürümekten yorgun düşmüşüm hem acıkmış hem susamışım. Meydana bakan lokantaların birine giriyorum, ikinci kata çıkıp açık pencerenin yanındaki masaya oturuyorum. Tavandaki pervaneler tembel tembel dönüyor, sıcak havayı bir oraya, bir buraya savuruyor. Şeffaf plastik kaplı bir menü getiriyorlar. Yemeği elle yediklerinden menünün plastiği de yağla kaplı. Menüde yazılanları okuyamıyorum, garsona benzeyen adamın söylediklerini hiç anlamıyorum, resimlerine bakıp bir tabak seçiyorum. Tavuklu – mercimekli, acılı – ekşili, bol baharatlı, birazı tuzlu birazı tatlı bir yemek getiriyorlar. Çatal – bıçak istiyorum, ufacık bir çatal geliyor, bıçak hiç gelmiyor. Görünüşünü beğenmediklerimi tabağın kenarına ayırıyorum, tadını beğendiklerimi yiyeyim diyorum, ön yargı öyle bir şey ki açım ama yiyemiyorum. Masada duran cam sürahideki su Ganj Nehri’nden doldurulmuşa benziyor, su da içemiyorum. Altımdaki sandalyeden şikayetlenecek bir şey yok, hiç olmazsa oturup dinleniyorum.


Gökyüzü hızla bulutlanıyor, güneş görünmez oluyor. Sokaklar meydana oluk oluk insan boşaltıyor, insanlar puslu havada belirsiz gölgeler gibi dolaşıp duruyor. Meydana gelenler kadarı da dükkânların arasından çarşılara dağılıp çıkıyor olmalı, havuz problemi gibi bir şey yani. Yoksa bu kadar insan meydana sığmazdı, meydan dolup taşar, daha fazlasını almazdı. Yerimden kalkıyorum, biraz dinlenmiş biraz yorgunum, bütün Hintliler gibi yarı aç yarı tokum, aşağı inip gölgelere karışıyorum, ben de bir gölge oluyorum.







