FELSEFE TARİHİ ÜZERİNE 5 – UFUK SAKA  /  ORTAÇAĞ FELSEFESİ VE TÜMELLER SORUNU

Tanrının geçmişi ve geleceği yoktur. Tanrının günleri, yılları bir gündür ve hep bugündür!”

Augustinus

Kabaca İsa’nın doğumundan 200 yıl sonra Helenistik dönemin sona ermesiyle birlikte felsefede yaklaşık iki asır süren bir durgunluk dönemi yaşandı.  Roma İmparatorluğunun, İsa, havarileri ve inananları üzerinde uyguladığı zulüm, 4’ncü yüzyılda önce genel dinsel hoşgörünün ilanıyla ve ardından yüzyılın sonlarına doğru Hristiyanlığın resmi din olarak kabul edilmesiyle sona erdi. Bu kez arenada İsa’ya inanmayanlar aslanların önüne salındı! Roma İmparatorluğunun, değişimlerin de yaşandığı bir dönemin ardından dağılmasıyla başlayıp Rönesans dönemi ile sona eren yaklaşık bin yıllık sürede üretilen düşünceleri “Ortaçağ Felsefesi” başlığı altında incelemek yanlış olmaz.

Ortaçağ, kapkara, cadı avlarının yapıldığı, engizisyon mahkemelerinin bilim dışı kararlara imza attığı bir dönem olarak tanınmasına rağmen bu yargı tamamen doğru değldir! Bu karanlık addedilen günlerde Avrupa’da 11. Yüzyıldan sonra Paris, Oxford, Bologna, Montpellier, Padua, Cambridge, Viyana, Prag, Krakow, Leibzig, Salamanca gibi şehirlerde kurulan üniversiteler felsefi araştırmaların merkezi oldu.

Bu döneme, kaynağı Platon ve Aristo’ya dayanan tümeller ve tikeller sorunu damgasını vurdu.  Bu dönemin filozofları genel terimlerin nasıl var olduğunu sorguladılar.

İlkçağ felsefesiyle kopukluk

Avrupa, bu geçiş döneminde özellikle savaşlar, istilalar ve doğudan gelen göçler sonucunda büyük yıkım yaşadı. Kentleri yağmalandı. Bu karışık dönemden Antik Yunan felsefesi de nasibini aldı. Yunanca metinler yok edildi. İlkçağ felsefesi ile devamı olması gereken Ortaçağ felsefesi arasında köprü oluşmadı, tersine kopukluk oldu. Ortaçağ, ancak 1100’lü yıllarda kısıtlı da olsa İlkçağ Felsefesine ait metinlere erişebildi. Ulaşılabilen ve üzerine eğildikleri metinler daha çok Aristoteles’in Organon (Mantık) ile ilgili çalışmaları oldu. Bu şartlar altında ortaçağ filozofları daha çok mantık ve dille ilgili araştırmalara yöneldiler. Tabii bu süreçte dini baskılar ve yönlendirmeler, dönemin düşünürlerini derinden etkiledi.  

Yaklaşık 1000 yıl süren ortaçağ felsefesi, Patristik dönem ve Skolastik dönem olarak birbirini takip eden iki dönem halinde incelenir.

Kafası karışık bir filozof

Patristik döneme ve bu dönemin filozoflarına geçmeden önce Helenistik dönem ile Patristik dönem arasında yaşayan Tertullianus’dan bahsetmemek olmaz! Çünkü Tertullianus, çok tanrılı inancın yerini tek tanrılı bir dine yani Hristiyanlığa bıraktığı geçiş döneminde yaşamış ve bu döneminin tüm kafa karışıklığını her yönüyle ortaya koymuş birisidir. 

Tertullianus: Ortaçağ felsefesinden önce İsa’dan 160 yıl sonra doğan, ilk ve en büyük kilise babası olarak kabul edilen Tertullianus Afrikalıdır. Felsefeye karşı radikal bir muhalefet sergilese de felsefe tarihinde “hem mateyalist ve hem de Stoacı olan filozof!” olarak yerini alır. 30 yaşındayken Hristiyan olan Tertullianus, kafası karışık bir zattır! Hristiyanlığa geçtikten sonra Montanism denen bir akımın taraftarı olarak Hristiyanlığı sert bir şekilde eleştirdi. Bununla da kalmadı ilerleyen dönemlerde kendine özgü bir öğreti geliştirdi ve bir tarikat kurdu.

Tanrının oğlu çarmıha gerildi. Bundan utanmıyorum, çünkü utanmak gerekiyor. Tanrının oğlunun ölmüş olması, inanabileceğimiz bir şeydir, çünkü aptalca bir şeydir. Ve gömüldükten sonra dirileceği ise kesindir, çünkü bu imkânsızdır.” sözleriyle absürt bir bakış sergileyen Tertullianus, bu bakış açısını da “Saçma olduğu için inanıyorum!” diyerek özetler.

TANRININ BİR GÜNÜ İSİMLİ ROMANIMDAN BİR SÖYLEM:

Tertullianus: “Fark ediyor musun, üstat? Bütün bu yarış, bu savaşlar çok saçma… Hatta varoluş ve yok oluş da… Ama yine fark ediyor musun, tüm saçmalıklar hayatın temellerini oluşturuyor? Varoluşun gerçeklerine saçma olduğu için inanmak gerekiyor. İnanmasan ne olur ki? Saçmalıklar, doğruluğunu pratiğin içinde zaten ispatlıyor.” 

Patristik dönem ve bu dönemin filozofları

Kilise Babaları

Bu dönem, “Kilise babaları” ile tanınır ve bilinir. Burada “baba” olarak tabir edilenler, aslında kiliselerde görev yapan öğretenlerdir .  Tabii onları sadece kiliselerde vaaz niteliğinde dini bilgiler veren papazlar olarak görmek doğru olmaz. Onlar aynı zamanda Hristiyan teolojisi hakkında kuramsal çalışmalar da yapan düşünürlerdi. Bu dönemde teolojinin ağır baskısı kendini hissettirir. Dil bilgisi, astronomi, müzik, hitabet, mantık (Diyalektik), aritmetik ve geometri eğitimleri öne çıkar.  Bu eğitimler felsefe tarihinde “Yedi Özgür Sanat Eğitimleri” olarak anılır. Bu dönemin önde gelen filozofları Augustinus, Boethius’tur. Bu dönemin filozofları kendilerini filozof olarak değil, ilahiyatçı yani teolog olarak görürler.

Augustinus (354-430): Katı gerçekçi bir filozof olarak tarihe geçti. Tümeller tikellerden önce gelir diyerek tümellerin tanrının zihninde olduğunu söyledi. Tanrıyı mutlak birliğin kaynağı olarak gördü. Bunu da “Ölümsüz ideası” olarak isimlendirdi. Ona göre akıl, insanı diğer varlıklardan ayıran ve hakikatle bağ kurmasını sağlayan tözdür.Ancak akıl, gerçeğe ulaşmak için Tanrı’ya iman etmek ona inanmak zorundadır.  Akıl inanarak hakikatlara ulaşabilir. Bu düşüncesini de “Anlamak için inanıyorum.” diyerek özetledi.  Augustinus’a göre tümeller, evren bilinen haliyle var olmadan önce tanrının zihninde vardı.

OKUMA PARÇASI:

Düşününce aklıma “Metafizik, gerçekten fizik ötesi midir?” sorusu geliyor. Metafiziğin içinden fizik çıkmaz mı? Çıkmadı mı? İki paralel doğru, uzayda bile kesişmez mi? Zaman ve uzaya aktarılabilen her şey fiziğin ilgi alanına girer. Metafizik, sonra da fizik denilince, akıllara benden hemen sonra yaşamış olan Augustinus’a sorulan, “Yeri göğü yaratmadan önce Tanrı ne yapıyordu?”sorusu gelebilir. Ancak, büyük patlamayla birlikte zaman kavramı ortaya çıktığına ve hiçlikten var olana geçilmesini sağlayan bir gücün olması gerektiğine göre bu sorunun sorulabilmesi için zaman kavramı olmadan önce de zamanın hiç olmazsa varsayılıyor olması lazım ama bu saçma! Öylesine saçma ki, saçma olduğu için inandığım saçmalıklardan bile daha saçma! Buna zırva demek daha doğru! Bu zırvaya nasıl inanıyorlar? Akıllarımızda var ettiğimiz metafiziği, illa fizikle açıklamak isteyenlerin öncelikli mevzuu olan Tanrı hakkında, aynı soydan geldiğimiz Augustinus ne demişti? “Tanrının geçmişi ve geleceği yoktur. Tanrının günleri yılları bir gündür ve hep bugündür!” Bu konuyu tartışacaksak kavramlara, tariflere çok dikkat etmemiz gerekir. Ezeli ile anlatılan nedir, ebedi ile ne kastediliyor, Tanrı ile ne tarif ediliyor? Bütün bu kavramların içeriği, sadece açıklayana göre değil, anlayana göre de değişiyor.”

Tanrının Bir Günü / Roman/ Ufuk SAKA 40 Kitap Yayınları 2025 

Boethius (480-524): Tümeller sorununu Porphirus’un İsagoge’sini Latinceye çevirerek tartışılır bir konu haline getiren Boethius’tur. O da Augustinus gibi “Tümeller tikellerden öncedir!” diyen ve felsefe tarihinde “Ilımlı gerçekçi” olarak anılan bir Patristik dönem filozofudur. Boethius, Aristotales’in mantığını ortaçağa taşıdı. “Tümeller duyulabilir nesnelerde bulunur ama cisimsel nesnelerden bağımsız anlaşılabilir.”diyen Boethius, bu yanıyla Augustinus’tan ayrılır ve “Ilımlı Gerçekçi” olarak anılır.  Ona göre tümeller, ancak tikellerde varoluşlarını sergilerler. Çünkü bireyler yani taşı, toprağı, hayvanı, bitkisi ile birlikte her şey, buna tikeller diyebiliriz, onlar olmadan tümellerin var olması mümkün değildir.

İnsanın en üst yetisinin akıl olduğunu ama onun da üzerinde ilahi bir yeti olan anlama yetisinin bulunduğunu söyleyen Boethius, insanda akıl yetisinin altında imgelem yani bir nesneyi, bir durumu zihinde tasarlama, biçimlendirme yetisinin bulunduğunu savunur. Ona göre insanın en alt düzeydeki yetisi duyu yetisidir. Duyuların her zaman insanı yanıltabileceğini iddia eder. Ancak anlama yetisine sahip bir insanın, tümel olanın özelliklerini aşarak saf ideanın içeriğini kavrayacağını söyler.

Skolastik dönem ve bu dönemin filozofları

Skolastik dönem, adını okul anlamına gelen Latince‘schola’ sözcüğünden almaktadır.  Dönemin düşünürleri. başta manastırlar olmak üzere okullarda çalışmalar yaptılar. Yedi özgür sanat olarak tanımlanan dallarda eğitim verdiler. Bunlar dilbilgisi, astronomi, müzik, retorik, mantık ile aritmetik ve geometridir. Bu dönem teolojinin ve felsefenin altın çağı olarak adlandırılır. Albertus Magnus’un Köln’de ders vermesiyle başladığı kabul görür. Dönemin filozofları denilince akla ilk gelen isimler Scutos Erigena, Anselmus, Duns Scotus, Aquinaslı Thomas, Abelardus, Ockhamlı William’dır.

John Scutos Erigena,  Anselmus ve Duns Scortus, tümeller tikellerden öncedir, diyen “katı gerçekçi” filozoflardır.  Erigena, De Divisione NatureDoğanın Bölümleri Üzerine adlı eserindetümellerin tanrının zihnindeki idealar olduğunu  ve duyusal dünyada var olan her şeye öz verdiğini söyler.  Anselmus, teolojik gerçekliklerin tümeller aracılığı ile kanıtlanabileceği tezini savunur. Ontolojik tanrı kanıtlaması fikrini felsefe tarihine sokan düşünür olarak anılır. Duns Scortus, bireyselin gerçekliğinin tümellerden kaynaklandığını ifade ederek tümellerin bireyselden önce geldiğine vurgu yapar.

Thomas Aquinus: Önemli bir Aristotales yorumcusu olan Aquinus, tümellerin kendi başına değil tikellerle birlikte var olduğunu söyleyen ılımlı gerçekçi skolastik dönem filozofudur. Tümeller tikellerden öncedir demekle birlikte tümellerin duyusal nesnelerden ayrı bir var oluşa sahip olmadığını savunur.

Abelardus: Tümeller sorununu varoluşsal bağlamdan, mantıksal ve bilgi kuramsal bağlama taşıdı. Bu nedenle gerçekçilikle adcılık arasında yer alan skolastik dönem filozofu olarak felsefe tarihinde yer aldı. Tümellerin, yani cinsler ve türlerin, tikellerin benzerliklerinden yola çıkılarak elde edilen soyutamalar olduğunu savundu.

Ockhamlı William: Ortaçağ felsefesinin aykırı düşünürüdür. İnanç konusunda skolastik gelenekten ayrılır.  İnanç ile bilginin ayrı şeyler olduğunu savunur. Tümellerin metafizik anlamda gerçekliğini benimsemez. Soyutlamaları kabullenmekle birlikte bunların tümel olmadığına vurgu yapar. Tümellerin var olmadığı sonucuna ulaştığı için adcı ve nominalist bir filozof olarak bilinir. Skolastik dönemin son filozofudur.

Ockhamlı William, “Ockhamın Usturası” olarak bilinen teziyle felsefe tarihinde özel bir yere sahiptir.   Burada basitlik ilkesi öne çıkar. “Zorunlu olmadıkça varlıkları çoğaltmamak gerekir.” diyen William’a göre tümel, çok sayıda şeyin zihinsel işaretidir.

Tümeller sorunu:

Bütün varlıkları ve önermeleri içine  alan tümellerin, bireysel olanlardan bağımsız mı yoksa onlara birlikte mi olduğu sorununa tümeller sorunu denilir. Birbirinden farklı olan bireylerde ortak noktalar nasıl bulunur, tekillerden genel yani evrensel bilgiye ulaşılabilir mi yoksa tümele bakarak tekile (Tikele) ulaşmak mı doğrudur, sorularına verilen cevapları kapsar.

Tümeller tartışması Platon’un ideaları ile Aristoteles’in  ona karşı çıkarak ideaları tözlere dönüştürmesinden başlar. Platon ve Aristoteles’in ölümünden sonra, Mısır’da yaşayan Plotinos, Yunan felsefesi ile Hristiyanlığın temel ilkelerini bir araya getirmeye çabalarken tümeller sorununu da kurcalar. Plotinos’un öğrencisi Porphyrios da Platon ile Aristoteles felsefesinin aslında uyum içinde olduğunu savunur. Tümeller tartışmasını başlatan Boethius, Porphyrios’un Isagoge’sini çevirmesiyle tartışmayı ateşler. Cinsler ve türleri, varoluşları, gerçeklikleri, gerçekseler nasıl bir gerçeklik olduğunu,  duyulanabilir olup olmadığını soran Boethius’un en çarpıcı sorusu da “Tümeller gerçek mi, yoksa aklın ürünü mü?” sorusudur.

Soru: Tümellerin tanrının zihnindeki idealar demek olduğunu savunan katı gerçekçi filozofların bu görüşü dikkate alındığında tümellerin aklın ürünü olup olmadığını sormak ne anlama gelir?

Yorum, görüş ve önerileriniz