DOSTLAR – BÖLÜK PÖRÇÜK ANILAR – EKİN DURU / BÖLÜM 13
ARA GÜLER
Henüz İstanbul’da yaşarken Amerikan Haberler Merkezi’nde çalışan bir dostumuz Ara Güler’i evimize getirip bizimle tanıştırdı. O dönemde duvarlarımızda Fikret Otyam’ın birkaç fotoğrafı asılıydı. Ara ertesi hafta kolunun altında bir rulo ile gene geldi ve “Bu fotoğrafların banyosu zaten başarılı olmamış. Bunların yerine asmanız için benimkileri getirdim,” dedi. Sonradan öğrendiğimize göre Ara fotoğraf armağan etme konusunda bayağı hasis davranırmış. İki sanatçı arasındaki rekabet bize yaramış oldu. Ara daha sonra Fethiye’de bizi ziyarete geldi ve Özdemir’e fotoğraf çekme konusunda bazı ipuçları verdi. İkisi bir şemsiyenin altında bana poz verdiler.
CEM KARACA
Cem’i İstanbul’da yaşarken Timur Selçuk orkestrasında gitarist olarak çalışan oğlumuz Memet Duru vasıtasıyla tanıdım. Sonra Cem Almanya’ya gitti; biz de Fethiye’ye yerleştik. Yaz tatillerimizi Fethiye’de geçirdiğimiz yıllarda çadır kurmak amacıyla o zamanki belediye başkanı Muzaffer Dontlu’dan Mempaşa (İmam Paşa) koyunda iki arsa almıştık. Yerleştikten sonra bizi ziyarete gelen dostumuz Yavuz Kula da bizimkilerin arkasında ormanla sınırı bulunan arsayı satın aldı. Bu arsanın yolu yoktu, bizimkiler ise yol üzerindeydi. Artık burada yaşadığımız için bu arsalara ihtiyacımız kalmadığından yoldan yararlanması için bunları Yavuz’a devrettik.
Yıllar sonra Cem bir gün Meral Karaören’le birlikte dükkanımıza geldi, Mempaşa gibi bir koyda büyükçe bir arazi arıyorlardı. Onları bizden sonra Günlükbaşı’nda ev yaptırıp burada yaşamaya başlayan Yavuz ile tanıştırdık. Onların görüşmeleri devam ederken Cem ve Meral ile sık sık bir arada olduk. Hatta bir gece bize yemeğe geldiklerinde Cem’in buzdolabından buz çıkarmaya çalışırken elindeki bıçağı buzluğa saplayarak dolabı çalışamaz hale getirdiğini anımsıyorum.
“TRACTOR”
1965’te Pepsi-Cola’ya uçucu yağlar sağlayan bir şirket tarafından Güney Amerika’ya davet edildik. Özdemir üst düzey yönetici olduğundan belli uzaklıklara uçak bileti birinci sınıf olarak kesiliyordu. Biletini turist sınıfına çevirinde hem benim biletimin hem de gerektiğinde bazla bagajımızın masrafını karşılamış olduk. Caracas üzerinden önce Rio de Janeiro’ya ulaştık. Aylardan Mart’tı ve İstanbul’da hava adamakıllı soğuktu, oysa Rio’da yaz hüküm sürüyordu. Otelimize yerleştik ve şirketin göndereceği rehberi beklemeye koyulduk. Bir süre resepsiyon görevlisi bizi aradı ve İngilizce olarak, “Bay Duru, traktörünüz geldi,” dedi. Bayağı şaşırdık. Özdemir’in uluslararası sürücü ehliyeti vardı ama bu traktörü kapsamıyordu, üstelik Rio caddelerinden rehbersiz olarak traktörle dolaşmaya hiç hazırlıklı değildik. Özdemir durumu anlamak için aşağıya indi ve kısa bir süre sonra kahkahalarla gülerek geri döndü. Resepsiyondaki kıs aslında iyi İngilizce bilmiyormuş. “Rehber” sözcüğü için sözlüğe bakmış ve “iz süren” anlamındaki “tractor” kelimesini kullanmayı seçmiş.
Bizim “traktörümüz” ufak tefek, sempatik bir delikanlı idi ve yanında bizi gezdirecek olan minibüsün sürücü ile aşağıda beklemekteydi. Her ikisi de Türkiye hakkında fazla bilgiye sahip olmadıkların sohbetimiz sırasında İstanbul’da Asya yakasında oturup Avrupa yakasında çalıştığımızı öğrendiklerinde kafaları karıştı. Ülkeler arasında seyahat için pasaport ve vize gerektiğini biliyorlardı ama kıtalar arası yolculuk için nasıl bir kimlik kullanmak gerekiyordu acaba?… Gene de bu iki rehberi bulduğumuz için çok şanslıydık. Çünkü daha sonra geçtiğimiz Buenos Aires’ten 4 gün kalacağımız San Carlos de Bariloche’de bize çevreyi gezdiren rehberlerimiz sadece İspanyolca konuşuyordu ve çevreyi işaretle anlattıklarından hiçbir şey anlayamadık.
Asıl sıkıntıyı bir krater gölünün içinde bulunan Victoria adasını günü birlik görmeye gittiğimizde yaşadık. Teknede rehber “duo ore” gibi bir laf etti; acaba adada iki saat mi kalacaktık, yoksa motor saat ikide geri dönmek üzere hareket mi edecekti? Neyse ki teknede Teksaslı bir çift bulunduğunu keşfedip onlara İspanyolca bilip bilmediklerini sordum. Adam bana dik dik bakarak, ”Sana ne?” diye tersledi. Durumumuzu anlayınca özür diledi; çıkık elmacık kemiklerim yüzünden beni aslını inkâr etmeye çalışan Perulu bir Kızılderili sanmış. Victoria adası kesinlikle koruma altındaydı, zira burada yetişen Karajan ağaçları bir de Himalayalarda bulunuyormuş. Bu nedenle adada küçük bir restoran dışında yapılaşma yoktu ve ağaçların yere düşen kabuklarını dahi almak yasaktı. San Carlos de Bariloche And dağlarında Şili’nin sınırında bir kayak merkeziydi Otelde pasaportlarımızı gören görevli burada çok sayıda Türk yaşadığından söz etti. Çarşıya çıkıp esnaf arasında vatandaşlarımızı arayınca durum aydınlandı. Osmanlı döneminden kalan bir alışkanlıkla Orta Doğu’dan gelen herkese “Türk” diyorlardı.