DOMUZ MESELESİ – ULAŞ KİPER
Bir süredir hep birlikte şehir turu atan domuzları tartışıyoruz. Sadece biz mi? Uzak diyarlardan gelen haberler bu tartışmada yalnız olmadığımızı gösteriyor. İspanya’da, Portekiz’de Yunanistan ve İtalya’da da benzer manzaraların olduğu gazete haberlerine yansıyor. Bizim yakın çevremizden de bu tür ziyaretlerin haber sıklığı arttı. Kuşadası, Marmaris’te yaşayanlar da hemen hemen Fethiye sokaklarında karşılaşılan manzaranın benzerlerini paylaşıyorlar bu günlerde.
Peki, ne oldu da uzun süredir domuzlarla sürdürdüğümüz anlaşma bozuldu? Ne oldu da şehre girmeye karar verdiler? Hatta şöyle soralım, yaban hayvanlarının şehirlerde ne işi var? Bu sorulara galeyana gelmeden, öfkelenmeden ve mümkünse taraf tutmadan cevap aramak mümkün mü? Bence mümkün. Bu mümkünün yol haritasını çıkartırken kaçınılmaz olarak bilimin yolunu izleyeceğiz. Bu yol ise soru sormakla başlıyor. Ben, bu konu hakkında düşünürken şu soruları kendime soruyorum:
- Domuz nüfusundaki artışın sebepleri neler?
- Yaban hayvanı (bizim örneğimizde domuzlar)-insan etkileşimi ve sonuçları neler?
- Bu konudaki vicdani, etik problemler neler?
- Evcilleşme süreci ve bu örnekteki iki türün yeniden temas etmesi nelere yol açabilir?
Bu sorulara başka pek çok soru eklemek olası. Yine de iyi bir başlangıç noktası oluşturduklarını düşünüyorum. Becerebilirsem, hep birlikte bu sorular üzerinde düşünmeye başlayalım isterim.

Domuz nüfusundaki artışın sebepleri neler?
Temel sebebin kır-kent ilişkisinin uzunca süredir kent lehine değişmesinin ve hatta mekânsal olarak sınırların birbirine çok yaklaşmış olmasının sorunun esasını oluşturduğunu düşünüyorum. Türkiye’de kentli nüfus bir süredir köy nüfusundan daha fazla, bunu biliyoruz. Dahası, köyler şehirleşiyor. Fethiye örneğinde Kayaköy, Üzümlü, Çamköy gibi pek çok örnek “klasik köy kimliğini” yitirerek şehrin birer parçası oldular. Bu durum ise, kırsalın yüzyıllar boyu tarım üretiminde, yaban hayvanlarına karşı geliştirdiği güvenlik önlemleri gibi konularda geleneksel uygulamaların azalmış olması sonucunu getiriyor. Örneğin köy yaşamında evcil hayvan olarak beslenen köpek ırklarının değiştiğini gözlemleyebiliyoruz. Fethiye örneğinde, evcil köpekler ve insan ilişkisi de hayli problemli. Barınak var, kısırlaştırma var ama elimizde kalan sonuç “ister kendileri kaçsınlar ister salıverilsinler” sürüler halinde diğer yaban hayvanlarıyla kurulan dengeli ilişkiyi bozacak şekilde yaşıyorlar (bu durum ne yazık ki yine insanın sorumsuzluğu). Sorumuzun bize düşündürdüklerine geri dönersek, kırsalın doğal parçası olan köpek türleriyle, yaban hayvanlarının arasında kurulan denge bir süredir bozulmuş durumda.
Çok yakında yaşadığımız büyük yangınları da önemli sebeplerden birisi olarak görüyorum. Üzerine yapılmış çalışmalar sınırlı ama yine de akıl yürütmek mümkün. Geçen yıllarda yaşanan büyük orman yangınlarının, ormanlık alanlardaki kimi türleri göçe zorladığını düşünüyorum. Bu göç hareketinde domuzların; hem var olan nüfuslarının pek çok yaban hayvanına göre fazla oluşu hem de üreme stratejilerinin hızlı çoğalmalarını sağlayacak şekilde evrimleşmesi hızlı yayılan tür olmalarını sağlıyor gibi duruyor. Beslenme konusunda her şeyi yemeye adaptif davranışları ise cabası. Bunun benzerleri farklı coğrafyalarda farklı türlerde de gözlemleniyor. Örneğin Batı Anadolu’daki ayı popülasyonun da son büyük yangınlardan sonra yer değiştirdiğini ya da hareket halinde olduğunu düşündüren gözlemler var. Bunun üzerine spesifik bir çalışma yapıldı mı çok emin değilim fakat bu görüşümü destekleyen, 2022 ve 2024 yılları arasındaki yerel gazetelerde yayımlanan haberlerden farklı yerlere doğru bir hareket varmış gibi gözüktüğü. Örneğin Marmaris ve Köyceğiz’de yakın tarihlerde bu türün fotokapan görüntüleri gazetelere yansıdı. Yine de saha çalışmaları sınırlı olduğu için bu önermenin kesinliğinin henüz sınanmamış olduğunu eklemek gerekir.
Yangınlar olsa da olmasa da domuz nüfusundaki artışa doğrudan etkili olan ilk şey av-avcı ilişkisindeki dengesizlik. Artık domuzları avlayan kedigil ve köpekgillerin sayıları ne yazık ki geçen 20-30 yıla göre hayli azaldı. Bu dengesiz av-avcı ilişkisi, geçmişte yenidoğan ve genç domuzların doğal olarak dengelenmesini sağlıyordu ama günümüzde bu doğal süreç ortadan kalktı. Artık Anadolu’da ne büyük sürüler halinde kurtlar dolaşıyor ne de kocaman kükreyen sesiyle Anadolu Parsı. Ne ürkek vaşaklar rahat edebiliyor ne de karakulaklar… Tartışmanın bu noktasında bir not düşmek gerekiyor, tarihin bir cilvesi olarak; bugün domuzdan sıtkı sıyrılanın “avlayalım fikri” aslında yakın geçmişte av-avcı ilişkisine müdahale etmesinde yatıyor. Evet, bir sürü domuzu, kekliği vuran kişi ile Anadolu Parsı’nı ve kurdu ve tabi vaşağı vuran kişi aynı kişi. Elimizde son kalan ise Anadolu’da domuz ile doğal olarak mücadele eden canlıların soyuna kibrit suyu döktüğümüz…

Bu etoburlar eğer varlıklarını sürdürebilseydiler sonuç böyle olmayacaktı. Şimdi, bu büyük yırtıcılar olmadan tartışmak zorundayız…
Aynı başlıkta kayda değer bir başka konu ise domuzların doğal yaşam alanlarında neler yaşandığı ile ilgili. Yahu her dağı, her taşı maden ocağı olarak gören bakışı da mı tartışmayalım? Domuzlar doğal yaşam alanı olarak ormanlık alanları ve periferini tercih ediyorlar. Bu tercih her zaman insandan uzak durmalarını sağlıyor. Elbette üstte yazdığım “köy” yaşantısı tarumar edilmeden önce böyleydi. Şimdi her köyün üzerinde “maden heyulası” dolaşıyor. Domuzların şehre doğru geçişlerindeki etkili unsurlardan birinin maden çalışmaları olduğunu düşünüyorum. Daha doğrusu domuzların insan yerleşimlerinden “normalde” kaçınırken bu denli sokulmalarında dinamitle darmadağın edilen, ağaçları kesilen, yer altı suları üzerinde olumsuz etkisi olan bu faaliyetlerin olduğunu düşünüyorum. Keçi olsam kaçardım, kuş olsam kaçardım, domuz olsam kaçardım. Bir de kaçamayanlar var, onların halini nicedir kim bilir?
Elbette herkesin konuştuğu, fikir yürüttüğü bir konu daha var bu domuz meselesinde. Diğer evcil hayvanların fabrikasyon mamalarıyla beslenmeleri… Şehirlerdeki ortaklarımızdan kedi ve köpeklerin hızlı nüfus artışlarında da etkili olan, insanlar tarafından doğada bulamayacakları bolluk ve sıklıkta “kolay yiyeceğe ulaşabilmeleri”, iyi niyetli olduğundan kuşku duymadığım “dostlarımızı besleyelim” yaklaşımı ne yazık ki hem evcil hayvanlar hem de şehir yakınlarında yaşayan yabani hayvanlar için iyilikten çok kötülük getiriyor. Kolay ulaşılan yiyecekler elbette domuzları da sofraya çekiyor. Domuzların nüfus artışında ve şehre yaklaşmaları konusundaki beslenme alışkanlıklarıyla ilgili bir diğer çıkmaz sokak ise insanın tüketim alışkanlıklarıyla ilgili. Özellikle son yüzyıl, türümüzün pek çok davranışında değişimlere yol açtı. Bunların başında beslenme alışkanlıklarımızdaki değişim geliyor. Günümüzde kendimize yetecek olanın, belki de 3-4 katını tüketiyor ve devasa gıda atığı oluşturuyoruz. Bu tüketim çılgınlığı kaçınılmaz olarak başka türlerin ilgisini çekecekti. Bugün domuz, yarın karınca. Daha sırada kimler var bilmiyoruz… Ama bildiğimiz bir şey var, çok fazla çöp üretiyoruz. Bu durum, geniş yiyecek yelpazesi olan domuzlar için kolay yiyecek ve fırsat demek. Onlar, çok kısa sürede yeni beslenme alışkanlıkları geliştirebiliyorlar. Bu açıdan tüm fırsatçı türler böyle aslında. Hepimizin yakından tanıdığı martılar ha keza karga türleri de böyle. Uzak ve etkileyici örnek ise kutuplardan gelsin. Kutup ayıları avlanmayı azaltıp çöpleri kurcalamaya başlayalı uzun zaman oldu mesela. Sözün özü, evcil türleri beslediğimiz mamaları sokaklardan ve yabani türlerden uzak tutmak, her türlü tüketimimizi normale döndürmek, domuzları bu kısır döngünün içinde en nihayetinde vurulacakları bir noktaya getirmemenin ilk koşulu belki de…
Yaban hayvanı (domuz)-insan etkileşimi ve sonuçları neler?
Yaban hayvanları ile insan etkileşimleri son yüzyılda biçim değiştirmiş gibi duruyor. Yukarıda bahsettiğim konular, aslen insan nüfusunun artışı ve plansız şehirleşmenin geçmişte daha dengeli olan yaban-insan ilişkisini bozmasıyla ilintili. Bizim örneğimizde tartıştığımız insan-domuz etkileşimi ise pek çok garipliğin yanında sınırlı bir ilişki gibi duruyor. Bahsettiğimiz bu iki tür kendi aralarında bin yıllara dayanan bir denge sağlayabilmiş. Hele ki bizim kültürümüzde yenmeyen hayvanlardan sayılması sonucunda temas ve zorunlu bir araya gelişler kısıtlanmış gibi duruyor.
Meseleye, şehirleri nasıl kurgulamamız gerektiği üzerinden bakmayı öneriyorum. Yaban ve insan etkileşimini doğru kurgulamak için istinasız her yerleşim yeri için şehir planlaması yapılırken, biyolojik rezerv alanları kurulmalı (Fethiye için, yarımadada bir koyun tamamen insan girişine kapatılması ve biyorezerv alanı ilan edilmesi deniz canlıları için ne güzel olurdu), dokunulması mümkün olmayan, insan girişine kapalı doğal alanların belirlenmesi (Fethiye için, Babadağ’ın böyle bir statüsü olması harika bir fikir ama günümüzde mümkün değil çünkü turizm çokomelli) ve yapabilsek, otoyollarda yaban hayatının geçişlerini yönlendirecek planlarımız olsa keşke… Özetle şehir planlamasında mutlaka insan-yaban temaslarını değerlendirmek, bilimsel yöntemle aynı bölgeyi paylaşan bizim dışımızdaki diğer canlılara da yer ayırmak gerekiyor.
Bu öneriler sadece estetik ve entelektüel kaygılardan yola çıkarak hayal kurmaktan daha öte bir anlam taşıyor. Yaban hayatının şehirle teması üzerine kafa yormak “anılarımızdan bile sildiğimiz” pandemi döneminin hatırasına saygının gereği. Koronavirüs pandemisinin yaban hayvanlarıyla kurulan kuralsız ilişkinin sonucu olduğunu unutmamak gerekiyor. Akıldan çıkarmamak gerekenlerden biri, her “yaban-insan” karşılaşması bildiğimiz/bilemediğimiz hastalıklar için yeni kapılar açacak potansiyele sahip.
Vicdani, etik problemler
Öyle ya da böyle birlikte yaşadığımız, dünyayı paylaştığımız canlıların her birinin yaşam hakkı temel düstur olmalı. Bizim örneğimizdeki domuz türü de bu haktan muaf değil. Yine de öyle anlar geliyor ki vicdanın sesine rağmen, öldürme yolunu tercih etmek durumunda kalabiliyor insanoğlu. Yakın zamanda kuş gribiyle ilgili olarak ya da deli dana hastalığının yayıldığı dönemlerde bu tür kararlar verildi. Fakat aslen benim kafamı kurcalayan bu tür kararların kendisi değil. Türümüzün benzer durumlardaki tutumu. Modern çağ bu tür konularda farklı düşünce kümeleri oluşturdu. Fakat bu düşünce kümelerini oluşturan insanlar sürekli yer değiştiriyor. Bazen bir tür için daha fazla kalabalık “korumamız lazım” derken başka bir tür için bu kalabalıklar birdenbire azalıyor. Böyle yer değiştiren fikir kümelerine örnek iki tür aklıma geliyor hemen. Balon balıkları ve saz bitkisi taraftar bulmakta zorlanıyorlar mesela. Kızıldeniz göçmeni balon balıklarının artan nüfusu da çok tartışılıyor, deniz ve dere kenarındaki sazlıkların ortadan kaldırılması da. Balon balıkları güncel birer nefret objesi oldular. Hatta avlanmaları için yasal düzenlemeler de yapıldı. Düşünce kümelerinden biri olan “hayvan hakları savunucuları” bazı türler için kalabalıklaşırken, bazı türler için azalıyormuş gibi geliyor bana. Ya da adını andığım diğer bir tür, saz bitkisinin düzenli şekilde yok edilmesi, her seferinde bir bahane bulunarak kesiminin yapılması da daha az kalabalıkların meselesi olabiliyor.
Düşünce kümelerinin bir diğer ucu ise her türü “av hayvanı” olarak görebiliyorken, avdaki ortakları köpek ırklarını korumak için dernekler kurabiliyor… Bu etik çelişkiler domuz meselesinde de varlığını gösteriyor. Bir küme “itlaf etmekten” bahsederken bir taraf domuzlara “evcil hayvanmış” gibi davranıyor. Bana kalırsa, her iki açıdan da insan merkezli bakışla şekillendiriyoruz “diğerleriyle” olan ilişkilerimizi. Her nasıl yorumlarsak yorumlayalım, insanın doğaya etkisinin birer sonucu olarak ortaya çıkan bu tür karşılaşmalarda faturayı ne yazık ki konun en masumu olan canlı ödüyor. Bunu biliyorum. Bu sefer de öyle olacak gibi duruyor. Çözüm karmaşık değil aslında. Domuzlar olmaları gereken yerde değiller. Tekrar olmaları gereken yere bırakılmalılar.
Kaç domuzun Fethiye sokaklarında dolaştığının tespiti yapılmadı henüz. Yine de sosyal medya paylaşımlarından görebildiğim kadarıyla 8-10 bireyden oluşan sürüler söz konusu. Yine paylaşımlardan anlaşılan, Karagözler Mahallesi, Taşyaka ve en son merkeze kadar inmiş durumdalar. Bu görüntülerdeki tek bir sürü mü var? Yoksa üç ayrı sürü mü var? Bu soruların cevabını bulmak biraz da akademinin işi… Tahmini olarak sayılarının 10 ila 30 birey kadar olduğunu varsaydığım bu arkadaşların şehir dışına taşınması gerek. Sözün özü, tüfeklerin içine kurşun yerine iğneleri yerleştirip bayıltmak ve olmaları gereken yerlere taşınmalarını sağlamak en vicdani çözüm gibi duruyor.
Evrimsel açıdan bir bakış
Bu başlık işin eğlenceli kısmı… Domuzun evcilleşme süreci diğer memelilerde olduğu gibi tek merkezli (at, koyun, deve vb) gerçekleşmemiş. Yaklaşık 8.000-8.500 yıl önce, Asya’nın güneydoğusu, Avrasya, hatta Hint ve Pasifik Okyanusu adalarında farklı zamanlarda farklı domuz türlerinde tekrarlamış bir süreç gibi duruyor. Yanlış hatırlamıyorsam domuzların 20 kadar türü var. Hepsi evcilleşmiş değil ama bazıları dünyanın farklı noktalarda evcilleştirilmiş. Bu konun ilginç yanı, şu anda yaşadığımız sürecin de evcilleşme potansiyeli taşıyan bir türü gözlemleme şansı vermesi. Hangi davranışları sergiliyorlar, doğum ve çiftleşme için şehirleri mi kullanıyorlar? Bilim için bir sürü soru. Hatta domuzların, evcil kedileri öldürdükleriyle ilgili haberler bana bundan 10.000 yıl önce benzeri sahnelerin yaşandığını düşündürttü. Evcilleşme sürecine giren türler arasında rekabet nasıl işliyor? Ben bu örnekteki iki türün rekabetini; her ikisinin de hazır mamayı tercih etmeleri, aynı çöplüklerden beslenmeleri ve insanla temasta rakip haline gelmiş olabileceklerine bağlıyorum. Bugünlerde çokça tartışılan bu konun eksik kalan yanlarından birisinin, evrim üzerinde de düşünülmesi, gözlem yapılması gereken “her zaman rastlanılmayan” deneysel bir durum olduğunu da düşünüyorum. Keşke hayatımız bunları tartışarak, gözleyerek geçse!