BİSİKLET GÜNCESİ – BİSİKLETE DÖNÜŞ – YAZI VE FOTOĞRAFLAR: GÖKHAN KORKMAZGİL
Çocukluğum bisiklet üstünde geçti, her gün bisiklete binerdim. Yaz tatillerinde uzamasına izin verdikleri saçlarımın rüzgârda uçuşmasını pek severdim, her yere bisikletle giderdim. Sonra bisikleti bir kenara bıraktım, hem de birkaç on yıl boyunca! Sebep neydi bilmiyorum, herhalde “benim kitap okumaya vaktim yok” diyenlerinkiyle aynıydı. En az o kadar da geçersizdi; “bisiklete binmeye zaman yok”! Şimdi geriye dönüp bakınca görüyorum ki her insanın bir cahiliye dönemi oluyor, boşa geçen zamanın farkına varmıyor. Yine de, geçen zaman boyunca bir gözüm hep bisikletlilerin üstündeydi, bir bisiklet gördüğümde içim giderdi. “Emekli olduğumda binerim” diye kendimi avuturdum, pedala basan birini yeniden görene dek bisikleti unuturdum.
Bisikleti ilk kim bulmuş o pek belli değil, ama ben bisikleti on yıl kadar önce yeniden keşfettim. Denklem pek basitti: Ya önümden geçip giden bisikletlilerin ardından bakmaktan boynum tutulacaktı, ya da benim de bir bisikletim olacaktı! Gittim bir bisiklet aldım. Çarşı Caddesi’ndeki beyaz eşyacıda bisiklet de satıyorlar, yan yana, boy boy sıralamışlar. Yahu ne kadar güzeller, her renkten de varmış, bisikletten başka her şey yalanmış! Birini seçip götüreyim, ama fazla bilgim yok. Bilgiye ne gerek var, rengiyle fiyatına bakarsın o kadar. Bisiklet dediğin nedir ki, zinciri – pedalı olur, vitesi – freni olur, bir de tekerlekleri, o da zaten hepsinde var. Ucuzu uyduruk olur, az pahalısından seçeyim, fazlasına gerek yok, niye o kadar para vereyim? Şu küçükleri pas geçeyim, onlara çocuklar binecek, fuşyayla pembeye hiç bakmayayım, gören “kadın bisikletine binmiş” diyecek. İşte, oradaki, doygun sarı renklisi pırıl pırıl parlıyor, ben baktıkça aklımı başımdan alıyor! Yaklaşıp güzelce bakıyorum, bir tanışla selamlaşır gibi. Elciğine, frenine dokunuyorum, eski bir dostla tokalaşır gibi. Satıcı dükkânın kapısından çıkıyor, ne duymam gerekirse onu söylüyor. Parayı basıp bisikleti alıyorum, içim içime sığmıyor. Vitrine gözüm takılıyor, bisiklet daha aldığım anda bana bir güzellik yapıyor: Televizyon veya buzdolabı alsaydım eve taşıtmam gerekecekti, oysa bisiklet beni eve taşıyor!
Şahane sarı rengi, siyah lastikleri ve gidon elcikleri, gümüş rengi çamurlukları ve parlayan jantlarıyla çok yakışıklı duruyor. Bisan marka, Freetime modeli, 26 inç ölçüsünde, üç çarpı yedi – yirmi bir vitesli. “City bike” dediklerinden, yani şehir bisikleti. Çelikten yapılmış, bütün eski iyi şeyler gibi ağır ve sağlam.
Ön vites neymiş, arka vites ne işe yararmış, neden hızla giderken ön frene abanılmazmış? Arka fren yavaşlatırken ön fren durdururmuş, far öndeyken dinamo ne halt etmeye arkada dururmuş? Lastiklerin kalınsa hız yapamazsın, inceyse ıslak yolda hiç duramazsın. Sele fazla alçaktaysa dizlerini yorarsın, hiç elleme olduğu gibi kalsın. Biz bunların hepsini nereden bileceğiz? Mademki bilgimiz yokken bir fikrimiz vardı, mecburen sonradan öğreneceğiz.
Strava diye bir uygulama var, aslında çok var da ben bunu kullanıyorum. Cep telefonuna indiriyorsun, her sürüşünün kaydını tutuyor; nerelerden geçmişsin, kaç kilometre yol gitmişsin, hepsini biliyor. Ben uygulamayı 2014’te indirmişim, on yıldır kullanıyorum, her sürüşe çıktığımda kaydı başlatıyorum. Strava’nın dediğine göre bu sürede 18 bin kilometre yol yapmışım. Strava’dan önce de tahminen 5 bin kilometre olmalı. Yani sarı bisikletimle toplam 23 bin kilometre yol yapmışım.
2015’te bu bisikletin artık bana yetmez olduğunu anladım. Başka bisikletlilere bakıyorum, tekerlekleri biraz daha büyük, lastikleri daha ince. Bakıyorum dediğim, arkalarından bakakalıyorum; peşimden yaklaşıyorlar, beni “zırt” diye geçiyorlar, pedallara biraz daha abansam da, ilerideki dönemeçte kaybolup gidiyorlar. Gençlik böyle bir şey işte, diye düşünüyorum, canım sıkılsa da aheste aheste pedal çevirmeyi sürdürüyorum. Uzun sürüşler yaptıkça beni geçenlerin sayısı artıyor, ben kimseyi geçemiyorum. En sonunda, Değirmenbaşı yokuşunda, yaşları benden büyük bir çift, “hello” deyip yanımdan geçtiğinde, “bu iş böyle olmayacak” diyorum, yeni bir bisiklete hevesleniyorum.
Bu kez, fikir sahibi olmadan önce bilgi sahibi olmak gerektiğini uzun yoldan öğrenmiş biri olarak, araştırıp öğrenmeye bakıyorum. Bu yanımdan geçen adamlar daha büyük bisikletlere biniyorlar, neymiş fark? Benim bisiklet 26 inç, onlarınki 28. Bu inç de neyin nesi? Tuhaf İngilizlerin daha da tuhaf uzunluk ölçüsü. 26, 28 rakamları tekerleğin çapı demekmiş, bir inç 2,54 santim edermiş. Rakamları çarpınca benim bisikletin tekerlek çapı 66 santim, onlarınki 71 santim kadarmış. Demeyin 5 santim farktan ne çıkarmış. Tekerlek bir çember olduğuna göre, bu çapların yarısını 2 kez Pi sayısıyla çarpınca, benim tekerleğin çevresi 208 santim, onlarınki 224 santim olarak çıkarmış. Aradaki fark 16 santim edermiş. Benim tekerlek bir kez dönüp, adamlarınki de bir kez döndüğünde, onlar bana 16 santim fark atarmış. Aynı vites oranlarını kullanarak sürdüğümüzde, adam tekerleğini her döndürdüğünde, benden 16 santim fazla yol gidermiş. Hesaplayınca, bir kilometrede 70 metre fark edermiş. Ya da, aynı mesafeyi gittiğimizi düşündüğümüzde, adam daha az pedal çevirir, daha az güç harcarmış.
Fikir öyle kolayına oluşmuyor, adamakıllı bilgi edinmek gerekiyor. Jantın boyunu anlamışız, kendi boyumuzun ölçüsünü de almışız, sırada bisikletin başka parçaları bekliyor. İnternet denen şey bazen işe yarıyor, onca reklamın arasından sıyrılabilirseniz bilgiye ulaşılıyor. Onlarca bisikleti ekrana diziyorum, bilgiye dayalı akıl yürütüyorum. Teknik özellikleri ne kadar çeşitliymiş, rengiyle fiyatı en son bakılacak şeymiş. Renklerin biri öbüründen geri kalmazmış, zaten iyi bisiklet ucuza olmazmış.
Sonunda birinde karar kılıyorum, gecenin üçünde internetten alıyorum. 28 inç tekerlekli, beyaz renkli, orası burası turkuaz – siyah benekli. Merida marka, Speeder modeli, düz gidonlu yol bisikleti. Speeder İngilizcede hız yapan kimse demekmiş, bisiklet bir yerden bir yere hızlıca gitmek için üretilmiş. Alüminyum – karbon malzemeden yapılmış, hem hafif hem dayanıklıymış. 2 x 10 yol vites seti var, dişli oranları usta bisikletçileri bile zorlar. İncecik tekerlekleri var, çamurluk ve port bagajı yok. Asfalt bisikletinde çamurluk bulunmazmış, yol bisikletiyle yük taşınmazmış. Hızlı bisiklette amortisör olmazmış, iyi bir V-fren, disk freni aratmazmış.
Böylece, tek parmakla kaldırılacak kadar hafif, seksen kiloluk adamı taşıyacak kadar dayanıklı şahane bir bisikletim oluyor. İlk gördüğüm arkadaşım dudak kıvırıyor, “bu ne düdük gibi, şöyle çift amortisörlü, kalın lastikli bir şey alsaydın” diyor. Bir fikir sahibi olmak ne kolay, ne güzel şey, hiçbir şey bilmiyorsun, ağzına geleni söylüyorsun!
Sarı bisikletim 17 kiloydu, bu beyaz olan 9 kilo. Hesap kolay, her gittiğim yere fazladan 8 kilo götürüyormuşum, bisiklet beni değil, ben bisikleti taşıyormuşum. 4 kilo da ben veriyorum, eksi 12 kilo farkla yollara dönüyorum. Bisikletçilerin çoğunu geçiyor, rüzgârla yarışıyorum.
Sürücüler bisikletlerine isim vermeyi sever. Sarı Bisan’a yolgezer diyordum, beyaz Merida’ya hızyapar adını veriyorum. Şehir içinde Yolgezer’i, uzun turda Hızyapar’ı sürüyorum. Strava kayıtlarına göre aldığım günden bu yana beyaz Merida’yla 22 bin kilometre yol yapmışım. Sarı Bisan’la da 23 bin kilometre vardı, toplayınca 45 bin kilometre ediyor. Dünyanın çevresini bir kez dolanmışım, fazladan da 5 bin kilometre ileri gitmişim! Zaten bisiklet hiç geri gitmez, hep ileri gider, durmaz bile, durursa bisikletçi düşer!
Yolun bin türlü hali var, bisikletlinin binbir, onun aklında ne var, kim nereden bilebilir?