Kapak Fotoğrafı: Faruk Akbaş
Kemal Varol bir yol hikâyesi yazdı, hikâye döndü dolandı, üç menzile vardı. İlkinde Ucunda Ölün Var dedi; Âşık Heves Ali’nin izlerinin peşinden, eski geleneklerin içinden, ama hep ölümün kıyısından Ağıtçı Kadın’la birlikte düşe kalka yürüdük. İkincisinde Heves Ali’yi bulduk, onun sekiz köşeli şapkasıyla üç gün kalmış ömrünü de yanımıza aldık, Anadolu’nun başı dumanlı dağlarıyla kimsesiz kalmış kasabalarından geçip Âşıklar Bayramı’na vardık. Üçlemenin sonuncusu olan Babamın Bağlaması’nda Kemal Varol yine daha ilk satırlardan başlayarak bizi bir şiirin içine soktu, kitap bittiğinde iki yüz küsur sayfa şiir okumuş olduk.
Kemal Varol okumak, bir şiir kayığına binmiş olmak gibi. Altınızdan eski hikâyeler akıp gidiyor, üstünüzden türküler yel olmuş esiyor. Kayıkta sallana çalkalana, bata çıka giderken nereye varacağınızın önemi kalmıyor, yolculuğun büyüsü başka her şeyi zamanın dışında bırakıyor. Üçlemede olup biteni anlatırken düz bir ifade biçimi var, buna diyecek pek bir şey yok. Ama iç konuşmaları seslendirdiğinde, doğayı betimlediğinde, duygulardan söz ettiğinde, geleneklerden bahsettiğinde yazı şiirsel bir boyuta geçiyor. O zaman tadından yenmez oluyor. Sık sık Anadolu’nun has türkülerine işaret etmiş, o türküler gelip gelip sayfalara ses veriyor. Okurken zihninizin gerisinde türkü çalıyor, satırların arasından Anadolu’nun sesi geliyor.
© Şükrü Mehmet Ömür
Üçlemenin ikincisinde, babasının son nefesinde, Yusuf onu Kars’a yetiştiriyor. Bu son isteği gerçek olduğunda, Âşıklar Bayramı’nda Heves Ali bu dünyadan ayrılıyor. “… Kalpleri ömürleri boyunca bağlamanın içinde atıp duran, tellere vurmaktan elleri nasırlaşmış gönül erbabı kara kavruk adamlar” ustalarının cenazesi başında dikilip kederleniyor. Üçlemenin sonuncusu olan Babamın Bağlaması’nda Yusuf onun ölüsünü alıp gömmek için geri götürüyor, kendi huzursuz benliğiyle hesaplaşıyor, açık kalmış hesapları kapatıyor.
Her hikâyenin bir ‘bence’si, bir ‘sence’si vardır. Ben böyle derim, sen öyle anlarsın. Ya da sen şöyle anlatırsın, ben “keşke öbür türlü söyleseymiş” diyebilirim. Kemal Varol “… dağın eteklerinde …yaşlı, zayıf ve yorgun atlar… topraktaki son yeşillikleri midelerine indirmeye çalışıyorlardı.” diye yazmış (sayfa 14). Bence mideye indirmek alaycı bir deyimdir, bu kasvetli, masalsı havaya küçük bir kıymık gibi batıyor. Heves Ali’nin cenazesini sedyeye koymuşlar, Kemal Varol “… ambulansta sere serpe yatan babamı son kez görmek…” diye yazmış (sayfa 15, 29). Bence cenaze upuzun yatabilir, boylu boyunca yatabilir, üstü örtülü yatabilir, sere serpe yatmaz. Belki de insan sadece metindeki şiirselliğe kapılmalı, böyle ufak tefek şeylere takılmamalı!
Bir önceki roman olan Âşıklar Bayramı’nda kapılar cızırdayarak açılıyordu, burada da ses değişmemiş: “… tepedeki yıkık evin önündeki lamba yandı, ardından da ahşap kapı büyük bir kederle, cızırdaya cızırdaya açıldı” diye yazmış Kemal Varol. Yıkık, ahşap, keder sözcükleri ile bir aradayken, ses cızırtı yapıyor! Sözcük tercihi yazarın seçimi, bunu anlıyorum, ancak sözcüğün zihnimde oluşturduğu sesin bana aykırı gelmesi benim tercihim değil, ses elimde olmaksızın batıyor bana.
Bir âşığın kalbi parmaklarının ucunda atar, bağlamasının teli gönlüne uzanır, sözleri oradan alır, havaya salar. Kemal Varol “türküler, insanlar dertlerini anlatmak için uzun uzun zahmet etmesin, anlatırken yorulmasın, onların yerine birileri konuşsun, kederlerini dünyaya haykırsın diye vardı belki de” diye yazmış, ne güzel ifade etmiş. Eğer öyle olmasaydı her türküde hayatımızdan bir şeyler bulmazdık, biz de derdimizi türküye yükleyip havaya salmazdık.
© Şükrü Mehmet Ömür
Yusuf Heves Ali’nin tabutunu arabasının tepesine sarmış, Kars’tan çıkmış, yollara düşmüş. Onu Arguvan’a götürecek, orada toprağa verecek. Tabutun altında arabayı sürerken, Diyarbakır, Ergani, Maden, Elazığ, Malatya’dan geçerken, çokça kendiyle, biraz da üstündeki babasıyla konuşuyor. “Bütün eski insanlar gibi, bir soruyu doğrudan cevaplamak yerine derdinin çaresini türkülerde ve hikâyelerde arar, herkese cevap yetiştirmek yerine derdinin, anlattığı o muamma dolu hikâyelerden anlaşılmasını beklerdi…” diye düşünüyor. Heves Ali sağlığında gittiği her yerde el üstünde tutulur, çok konuşmazmış, fazladan tek söz etmezmiş. Her söylediği laf bir hikmetmiş, insanlar geceler boyu onun sesini dinlermiş, türküleri dilden dile gezermiş.
Yolun sonuna vardıklarında, mezarlığa geldiklerinde, Kemal Varol neredeyse gerçeküstü, masalsı bir tablo çiziyor: Yıkık dökük, terk edilmiş, eski, adeta bir harabeyi andıran Arguvan’a girdiklerinde ortalık ıssızdır. Dut, kiraz ve kayısı ağaçlarını geçe geçe eski mezarlığa ulaştıklarında uzun yolculuğun bitimine yaklaştıkları bellidir. Heves Ali’nin el verdiği ozanlardan biri olan, Kars’tan beri yol boyu Yusuf’la cenazeye eşlik eden Kul Yakup, üstüne tabut sarılı arabayı mezarlığa sokar. Toprakla düzleşmiş, pek çoğu yazısız, bakımsız, sanki yıllardır ziyaret edilmemiş, bir tas su dökülmemiş, başlarında bir dua edilmemiş mezarları çevreleyen duvarın yanına park eder. Bedih Hoca onlardan önce gelmiştir. Yusuf’a kol kanat olmuş öğretmeni, babasının gizli elidir o. Heves Ali’nin yirmi beş yıllık yokluğunda Yusuf’u bir baba gibi kollamıştır. Sarsıla sarsıla ağlayarak Yusuf’a sarılır. Uzaklardan bir bağlamanın sesi duyulur. Muhtemelen Arguvan’ın her tarafına yayılmış saz âşıklarından biri, öğlen vakti içine çöken kederle baş etmek için derdini bağlamasına döküyordur. Ben satırları okurken, kaybolmaya yüz tutmuş bir yerlerden gelen Kazancı Bedih’in sesini duyuyorum: “Ben bir Yakup idim kendi halimde, Mevla’nın kelamı vardır dilimde, kaybettim Yusuf’u Kenan ilinde, ağlar Yakup ağlar Yusuf’um diye…”
Tanımadığı, bilmediği, yaşı geçkin bir adam Yusuf’un yanına gelip başsağlığı diliyor. Heves Ali’nin Arguvan’a gömüleceğini duyar duymaz köyüne gitmiş, bir torbaya doldurduğu toprağı alıp gelmiş, Arkanya’dan getirdiği toprağı mezara serpmek istiyor. Yusuf yüzünü toprağa çeviriyor. Yaklaşan kara bulutlara, tek tük ağacın nazlı nazlı sallandığı kasım ortası dallarına, babasının taze mezarına bakıyor. Heves Ali’nin hemen yanında, silik mezarında Ağıtçı Kadın yatıyor. Ucunda ölüm Var ile başlayan hikâye Âşıklar Bayramı’ndan geçip Heves Ali’nin mezarının üstündeki Babamın Bağlaması ile son buluyor. Sonunda Ölüm Var!
Yirmi beş yıl boyunca Yusuf’un göğsünde düzensiz bir kalp gibi atıp duran babasının yarası kapanıyor. Elimdeki kitaba bakıyorum: Yüz sayfa kadar daha var, kitap burada bitmiyor! Romanı okumam için bana getiren dostum Zihni “Kemal Varol kâğıttan tasarruf etmiş, bir kitaba iki roman koymuş” demişti. Romanın bundan sonrasına, Zihni’nin aklıma soktuğu merakla devam ediyorum. Kitabı bitirip arkama yaslandığımda ise başka bir şeyi merak ediyorum: Siz de Arguvan’a gitme isteği duydunuz mu? Gezen – dolaşan Arguvan’a değil, eski Arguvan’a. Toprak kaymış, 1967’den beri üç kez ilçenin yeri değiştirilmiş. Şimdi yenisini de heyelan tehdit ediyor. On kişiden dokuzunun Alevi olduğu bu yere sanki toprak da rahat vermiyor. Ben hissettim, Eski Arguvan’ın toprağını avuçlamak, suyundan içmek, rüzgârını içime çekmek, Heves Ali’nin mezarının başına varmak, eski taşlarına elimi sürmek istedim.
İşin sonunu açık etmemek için fazla bir şey demeyeyim. Şu kadarını söyleyeyim: Son yüz sayfada, Yusuf’un, içinde açık bir yara gibi gezdirdiği, sesini bir türlü susturamadığı, unutmaya kıyamadığı Aylın’a rastlayacaksınız!
Everest Yayınları, İstanbul, Eylül 2022, 211 sayfa