ANLATILMAZ BİN DERT İLE GEÇİYOR ÇİLELİ ÖMRÜM – ARİF TECAHÜL

Muhteremler, bir müddettir mazeretimden ötürü kalemimi hokkama arzu ettiğim sıklıkta batıramamıştım. Bu münasebetle, nicedir biriken düşüncelerimi hep birden ifade edeyim dedim.
Zat-ı alimle kendi kendime muhabbet ederken idrak ettim ki, fukara ömrümü toplumsal gamların, kederlerin istilası altında biçare geçirmişim. Hani, alt alta sıralasam; “bu kadarı da olmaz be birader” dedirtecek türden şeyler! Hülasası; güftesi Mustafa Nâfiz Irmak’a, bestesi Erdoğan Yıldızel’e ait, hicaz makamında ve curcuna formundaki (!) şarkının sözlerindeki gibi bir hissiyatım var:
Anlatılmaz bin dert ile geçiyor çileli ömrüm
Bir vefâsız kederinden eriyor garip gönlüm
Şu simsiyah geceler mi acep ben mi öksüzüm?
Bir vefâsız kederinden eriyor garip gönlüm…
Efendim, ilk mektep tahsilim sırasında ikinci cihan harbi biteli 16 – 17 yıl kadar olmuştu. O vakitler harbi yaşayan memleketlerde yaşanan felaketin ızdırabı henüz tamamen atlatılamamış, güzide memleketimizde ise 1960 yılının 27 Mayıs’ında Menderes Hükümetine karşı askeri bir ihtilal yapılmıştı. Yassıada’da muhakemeler icra edilirken ben siyah önlüklerin içinde, boyumdan büyük çantalarla mektebe gidip geliyordum. Halının üzerinde oynarken yırtılan pantolonumun dizleri her daim anacığımın yaptığı yamalarla bezeliydi. Memur ailesiydik. Savaş ve yokluk – yoksulluk görmüş bir mübadil – muhacir ailesinin pek çok yaşıtım gibi “pratik ekonomi tahsili yapan”, “yeni alınan bayramlıklarını bir gece önce yastığının altına koyup uyuyan” çocuğuydum. Zengin olunca, muz dolu bir kamyonun üstünde oturup o muzları yiyerek seyahat yapmanın hayaline dalardım…
Henüz ikinci – üçüncü sınıftayken, her hafta mektebin bütün talebeleri toplantı salonuna indirilir, sinema makinesinden gelen cızırtılı seslerin refakatinde Birleşmiş Milletlerin üçüncü Genel Sekreteri U Thant’ın nutuklarıyla az gelişmiş ülkelere lütfedilen tekâmül takviyelerinin neler olduğunu özel olarak propaganda amacıyla çekilmiş siyah – beyaz filmlerden öğrenirdik. İnanmazsanız yaşı yetmiş civarındakilere sorun bakalım, U Thant’ı tanımayan var mı? Yalandan kim ölmüş? “O filmlerle küçücük beyinlerimizi yıkayarak bir gün bizim de muasır medeniyetler seviyesine geleceğimize” inandırmışlardı hepimizi…
İkinci cihan harbini görmedik amma velakin 1950’lerde ”Marshall Yardımı ve ekonomik kalkınma” masallarının sonucunda başımıza örülen çorabın ve daha sonra mümtaz yurdumuzun emperyalizme nasıl mağlup olup, teslim alındığının şahidi olduk. O vakitler bir de “Amerikan yardımı” namıyla ilk mektep talebelerine içirilen süt tozundan yapılmış süt mü, ayran mı ne olduğu malum olmayan içecekleri dağıtıp, bunu içmenin “sıhhatli beslenme” için mecburiyet olduğunu kafamıza kazırlardı. Hep düşünürüm; milletçe bu masallara ikna olmamızın sebebi acaba o bize içirdikleri süttozu mamulatları olmasın?
Bizim kuşağımız 27 Mayıs’tan sonra 22 Şubat, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerini de gördü elhamdülillah…
68 kuşağının gençlerinin memleketimizin bağımsızlığını ve istiklalini şiar edinerek giriştikleri mücadelenin kıyısındaydık. Ağabeylerimize, ablalarımıza bakarak çocukluğumuzla zamanından önce vedalaşıp, erken genç oluverdik.
Henüz 14 yaşımdaydım, lise talebesiydim. Fiziken pek de küçümendim. TÖS’lü muallimlerin hak ve hukuk mücadelelerinde her zaman bizi kanatları altında tutanların kolu – kanadı oluverdik. Hiç unutamam; okula hapsedilen boykotçu muallimlerle okula sokulmayan inkilapçı talebeler arasında haberleşmeyi sağlama vazifesini ifa etmemi istemişlerdi. Koynuma soktuğum mektuplarla mektebin kapısındaki furukoların engeline takılmadan muhaberecilik vazifemi başarmıştım (küçükleri adamdan saymıyorlardı, binaya girip çıkmama izin veriyorlardı). Kendimi Ulusal Kurtuluş Savaşındaki çocuk kahramanlar gibi kutsamıştım…
Vücudumla, kafa kol giriştiğim ilk kavgam da Lisenin ikinci sınıfındayken üç fidanın asıldığı gün yaşadığım üzüntüyle alay eden bir sınıf arkadaşımlaydı… Dövüşmeyi bilmezdim, beceremezdim. Öyle güreşe boksa merakım da yoktu. Şimdi ismini zikretmeyeceğim ama hiç unutmadığım o arkadaşla giriştiğimiz laf dalaşınım ardından tekme tokat birbirimize dalmıştık. Ondan daha ufak tefektim ama futboldan kalan alışkanlıkla vurduğum tekmelerle onun canını çok yaktığımı hatırlıyorum. Bense, yüreğimdeki acıdan ötürü yediğim yumrukların acısını hiç dert etmedim.
Bu dünyadaki garip – gureba hayatımın beynime çakılan en acı kederleri arasında memleketimizde yaşanan zelzeleler ve diğer tabii afetler var. Varto ve Emet zelzeleleri ile başlayan ve nihayetinde Marmara bölgesinde ve Kahramanmaraş merkezli sair zelzelelerin açısına da şahit olduk. Beynimin köşelerinde binlerce ölen, yaralanan insan ve evsiz -ailesiz kalanların anıları var. Yaş ilerledikçe içimdeki yangın daha da alevleniyor…
Gençliğimin üniversite yıllarımı ve sonrasını kâh içerde kâh dışarda, 1980 darbesi ve onun yarattığı haksız – hukuksuz enkazın altında kalarak geçirdik. Görmediğimiz zulüm, işkence kalmadı. Oradan oraya savrulmanın tadına da baktık, tatlı hayalleri ardımızda bırakıp, yeni ufuklara yelken açmanın heyecanının da. Öylesine bir zaman geçti ki yalnızca hayatta ve ayakta kalmaya çalıştık. Günü kurtarınca sevindik, gelecek hayallerimizi elek üstüne elekten geçirip küçülttükçe küçülttük…
Nazım ustanın dizelerindeki gibi;
“ Ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
bu dünyanın üzerinde…”
Genç- olgun çağımıza dünyanın uzak ülkelerindeki ve memleketin çevresindeki savaşları, işgalleri, terörü televizyonlardan naklen izleyerek girdik. Hala da bitmedi bu kirli savaşlar. Ahmet Arif üstadın sözleriyle: “dört yanımız puşt zulası…”
Yahu, daha radyonun nasıl çalıştığını anlayamadan televizyonu, onun düğmelerini ve kanallarını ezberleyemeden internetle tanıştık. Gazete okumayan milletimiz, sosyal medya denilen gayya kuyusuna dalıverdi alelacele… Düşünebiliyor musunuz, yaşı 30’dan küçükler cep telefonu olmadan birbirimizle nasıl irtibat kurabildiğimizi anlayamıyorlar. Mektup nedir, bilmiyorlar. “Telgrafın tellerine kuşlar mı konar …” türküsüne de Fransızlar; telgrafın telleri de neymiş ki onlar için…
70 yılın ekonomik değişimlerinin serüveninden hiç bahsetmeyeyim. 25 sene evvel asgari ücretten biraz fazla aylık maaşımla geçiniyorduk. Kira da ödüyorduk, aç ve açıkta kalmıyorduk. O günlerde evimin çatısındaki güneş enerjisinin delinen su deposunu maaşımın onda biri ücretle yenisiyle değiştirmiştim. Pahalıydı ama, çok sıkıntı olmadan halletmiştim. Geçen hafta yine aynı dertten mustarip oldum. Ustanın yeni bir depo için benden istediği indirimli fiyat: iki aylık emekli maaşım kadardı. “Yani”si o ki muhteremler, şu ahir zamanda paranın kıymetli olduğunu da kıymetsiz olduğunu da bir zamanlar paranın arkasında altı tane sıfır olduğunu da sıfırları atılmış paranın değerinin de 20 küsür senede sıfıra düştüğünü de gördük. Mütekaitler yaşama dair beklentilerinin ve geçim umutlarının nasıl tükendiğini her hafta Çarşamba günü yaptıkları, içimize işleyen nümayişlerde anlatıyorlar. Heyhat, yüreklerin kulakları sağır! Duyan var mı ki? Oysa bundan 50 yıl önce mütekait bir babanın tek maaşıyla üniversite tedrisimi yapmış, ailece ne tatilden ne de diğer temel ihtiyaçlardan mahrum kalmıştık. Babamın bana mütekait maaşıyla temin ettiklerini, bir tutam mütekait maaşımla çocuklarıma temin edebilmem ne mümkün?
“Muhacir” deyince yalnızca rahmetli anamı, “mübadil” deyince de rahmetli babamı bilirdim. Komşularımız karıştı, göçmenlerin, ilticacıların memleketi olduk. Sınırlar delik deşik edildi, milyonlarca Suriyeli, Afgan, Afrikalı ve ardından Ukraynalı ve Rusyalı komşular edindik. Parayı bastırıp, bir ev alan İngilizlere, Almanlara ve diğer ülke vatandaşlarına sürekli ikamet ve nihayetinde vatandaşlık verildiğine bu gözler şahitlik etti. Son 20 senede beynelmilel olduk, çaresizce yörük kültürümüzü yaşatalım diye uğraşıyoruz…
Hayatımıza koleralar, kuş gripleri, deli dana hastalıkları, kerameti kendinden menkul aşılı; covid 19’lu pandemiler girdi. Pandemide iki yıldan uzun süre milletçe helak olduk, evlere hapsedildik, birbirimizle yakın temastan kaçar olduk. Asosyal bir süreç yaşadık. Gıkımız bile çıkmadı, şaşkın şabalak her dayatılan kurala riayet ettik. Tek faydası: her evde aile ekonomisine katkı sunacak yeni aşçıların ve tamircilerin yetişmesiydi…
Hakkı, hukuku, adaleti yollarda arar olduk. Her şeyin iki dudağın arasında olduğunu, insanları ayrıştırmanın – ötekileştirmenin zirve yaptığını ve cumhuriyetin 100 yılının ardından “barış”ın ancak şimdi konuşulduğunu da gördük, “bunca acılar yaşanırken neredeydi aklınız” diye soramadık…
Bitmedi çilemiz…
Ne diyordu Hasan Hüseyin Korkmazgil ozanımız?
“…
kanadık toprak olduk
çekildik bayrak olduk
döküldük yaprak olduk
geldik bugüne
ekmeği bol eyledik
acıyı bal eyledik
sıratı yol eyledik
geldik bugüne …”
Evet, geldik bugüne. Nasıl bir nesilmişiz ki; ezildik, vurulduk, hapsedildik, asıldık, aç kaldık, işsiz kaldık, diplomalarımız iptal edildi, seçildiğimiz makamlardan alaşağı edildik, sürgüne yollandık ve başka memleketlere kaçmanın yollarını aradık.
70 yılda görmediğimiz kötü şey kalmadı. Biz tükendik ama, bizden sonrakiler için umutlar tükenmedi. Ahmet Arif ozanımız umutların neden tükenmeyeceğini bize yıllar önce şöyle anlatmıştı, hatırlayın:
“…
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip…
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne – üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun ? …”
**
Genç kuşaklara şöyle diyesim var:
Ümitsiz olmayın.
Ümit, siz olun!